The National garip bir grup. Bunu laf olsun diye söylemiyorum, Amerika’nın belirgin herhangi bir şeyiyle meşhur olmayan eyaleti Ohio‘da kök salıp, New York‘ta kurulmuş olan grubun Wikipedia sayfasını açtığınız zaman gariplik suratınıza ince bir fiske gibi vuruyor zaten. Grubun beş üyesi var. İki çiftinin soyadı aynı. Grup fotoğraflarına bakmak durumu daha da garipleştiriyor. Çünkü beş kişi var. İkisi birbirinin karbon kopyası. İkisi andırıyor. Bir tanesi de diğer herkese benziyor.
Bunun sebebi The National‘ın grup üyelerinden ikisinin ikiz, ikisinin ise abi-kardeş olması. Grupta kimseyle kan bağı paylaşmayan tek kişi vokalist Matt Berninger, o da ekibin vitrin yüzü, şarkı yazarı ve genel olarak çikolata kaplı kiraz tadındaki bariton vokalleri sağ olsun; grubun en akılda kalıcı ismi. Bu garip bir grup insanın, bir araya gelişleri de daha garip. Matt ve Scott, Ohio’da üniversitedeyken bir grup kuruyor ancak tutunamayınca dağıtıyorlar. O esnada Bryan, Bryce ve Aaron’ın bir grubu daha var. Matt ile Scott’ın New York’taki hizmet sektörü kariyerleri başarıyla devam ederken, genç kadroda “abimlerin bir grubu vardı aslında” hissiyatı oluyor. Cümleten New York’a taşınıyorlar. Cincinatti Üniversitesi’nde başlayan macera New York’ta nihayete eriyor.
Berninger kendi yolculuğunu anlatırken bir noktada “reklamcılık kariyerim iyi gidiyordu aslında, ama bir gün müzik yapmayı Mastercard ile toplantıya oturup internet reklamları konuşmaktan daha çok seveceğimi düşünmeye başladım, ve sonra da öyle düşünmeyi bırakamadım” diyor. Mecburiyet yani biraz, anlatabiliyor muyum? Doğru bir mecburiyet. Geri dönüp bakınca, Berninger de böyle hissediyordur eminim. Çünkü onun yirmi yıl önce hissettiği mecburiyet, bugün onları dünyanın en ileri gelen indie rock gruplarından biri hâline getirdi.
The National‘ı anlatırken hem New York meselesinden, hem mutabık Joy Division etkilerinden, hem de bariton vokalin bağlayıcı bütünlüğünden ötürü Interpol ve Editors‘dan da söz etmek mümkün esasında. Bu üç grup, 2000’ler ortalarının dayanılmaz –ve paha biçilemez– post-punk revival akımının öncüleriydiler. Ancak Interpol ve Editors’ın aksine, The National‘ın çok daha başka bir çekirdeği vardı. Aynı anda hem çekiç kadar ağır, hem de tüy kadar hafif olmayı başarabilen bir melankoli.
Boxer da bütün bunları içinde barındıran bir albüm işte.
Boxer, diğer tüm albümler gibi, belirgin bir hava durumunu çağrıştırıyor aslında insana dinleyince. Daha doğrusu, o hava durumu, belirli bir süre Boxer albümünü dinledikten sonra otomatikman sizde albümü dinleme isteği uyandırıyor. Her gün, her saniye bulabileceğiniz bir hava hâli değil Boxer’ınki. Sadece sabah vakitlerine, özel olarak da haftaiçi günlerin sabah vakitlerine yapboz parçası gibi oturuyor. Zihninizin gözlerinizi açmadan tespit ettiği bir grilik yüzünden buruk uyandığınız, bedeninizi kasmayacak ama ruhunuzu düşürecek kadar soğuk olan sabahlar; daha da spesifik olmak gerekirse.
Boxer’ı bu kadar özel yapan şeylerden biri, söz yazımı konusunda şaheser olması elbette. Ekseriyetle Berninger’in kaleme aldığı şarkılar, yine Berninger’in ılık süt kıvamındaki vokallerine sarmalanıp sizi şarkının enerjisine çekiyorlar saniyesinde. İlk nota, ilk es, ilk ses geldiği andan itibaren lisanı anlamasanız dahi Berninger’in neyi anlatıyor olabileceğini çok iyi kavrıyorsunuz. Çok gerçek şeyler yazıp çiziyor çünkü müziğine The National. Çok yorgun şeyler. Enerjisi düşük, umudu kayıp olmaktan uzak ama varlıksız, zekası belirgin ama gözden ırak, kendi hareket eden ama sizi durduran tipte öyküler, hikayeler, anılar, anektodlar var Boxer’da. Albümün en iyi şarkılarından Slow Show‘da dediği gibi örneğin.
Seni hayal ettim ben
Yirmi dokuz yıl boyunca
Senle tanışmadan
Biliyorsun, senin hayalini kurdum ben
Seni özledim, yirmi dokuz yıl boyunca
Ya da, Mistaken for Strangers mesela;
Kendi arkadaşların yabancı zanneder seni
Gece, gümüşi Citibank ışıklarının altında yanlarından geçerken
Kol kola, göz göze, ve gözler sırlanırken
İstemezsin bir meleğin seyretmesini;
Sürpriz, sürpriz; izlemek istemezler zaten
Yetişkinlerin şaşasız hayatına bir başka masumluktan uzak, zarif inişi
Ve bunlar, ve bunların anlattığı her şeyin arkasına serilen yumru gibi bir müzik ve hepsini bir araya bağlayan gri bir hissiyat. Tüm hepsi yüzünden, derim ki, yakın zamanda mutlu olacağın varsa bir ara kısa bir mola ver. Boxer‘ı aç. Dinle. Dinledikçe durursun. Bakarsın. Dönersin arkana. O zaman belki önünde gelişecek olayların daha rahat oturursun içerisine. Yerin sağlamlaşır. Çünkü bilirsin ki, hiçbir şey değilse bile, o Perşembe sabahına özgü soğuk grilikten sonra içeri girmek daha kıymetlidir.
Gibi bir şeyler. Albüm şu şekil. Ne dersiniz?