Bugün, kuruldukları yıldan beri bir kültürü şekillendiren; daha da açık olmak gerekirse, bir nesle “emo” kavramını tanıtan bir gruptan bahsedeceğim. Aslında bu grup yedi yıl kadar önce maalesef ki dağıldı fakat hayranların çığlıklarına dayanamamış olacaklar ki 2019’un sonunda bir sürpriz yapıp geri döndüler. Başlığı okumamış gibi yaparsanız şimdi grubun adını alkışlarla açıklıyorum: My Chemical Romance!
Ray Toro, Mikey Way, Frank Iero ve Gerard Way’den oluşan bu grubun adını hiç duymamış olsanız da en azından oradan buradan kulak aşinalığınız olduğuna eminim. Zira on iki yıllık kariyerleri boyunca bir sansasyondular. Bir dönemin aykırı çocuklarının sesi oldular ve gariptir ki ayrıldıklarında da bu değişmedi. Yani 2013 yılından geri dönüşlerine kadar süren yedi yıllık dönemde bile sessiz ama sadık bir hayran kitlesine sahiplerdi. Hayranlar sadece sosyal medyanın gölgelerinde saklanıp sessiz bir şekilde grubun geri dönmesini umut ediyorlardı. Grup üyeleri yıl sonunda bir sürpriz yapıp geri döndüklerinin haberini verdiklerinde hayranları, biz hâlâ buradayız dercesine konserin tüm biletlerini dakikalar içinde tükettiler.
Bu yazımda size grubun en popüler albümlerinin birinden bahsedeceğim. Albümün konusunun bir miktar iç karartıcı olduğu su götürmez bir gerçek fakat My Chemical Romance’in olayı da zaten bu. En sonda yeniden değineceğim bu konuya, şimdilik şunu söyleyeyim; tabiri caizse “isyankar” müzik yapan bir gruptan, gökkuşakları ve tek boynuzlu atlar beklemezsiniz.
Albümün prodüksiyonunda Queen’den bol bol etkilenilmiş, özellikle Welcome To The Black Parade şarkısında bu etkiyi hissetmek mümkün. Sadece Queen de değil, David Bowie ve Pink Floyd da albümün ilham perileri arasında. The Black Parade, tür olarak esasında alternatif rock olarak geçiyor fakat etkilendiği sanatçılardan dolayı klasik rock havası da yok değil.
The Black Parade albümü bir konsept albüm. Albümde, basitçe “The Patient” ismi verilen bir kanser hastasının hayatı anlatılıyor. Bu karakter şarkıların sözleriyle derinleşiyor, üç boyutlu bir hâle bürünüyor. Hikâyesini bildiğimiz, tanıdığımız bir insan oluyor. Albümün müzikal anlamda da eleştirmenlerin onayından geçtiğini de belirteyim. Çıktığı anda başarıyı yakalamış olsa da maalesef ki hiç birinci sıraya yükselemedi. Bunun komik bir sebebi var: The Black Parade 2006 yılında yayınlandığı zaman Billboard listelerinde Hannah Montana’nın hemen arkasından ikinci sıraya yerleşmiş. Evet, Hannah Montana’nın.
The End. isimli şarkıyla başlıyoruz hikâyemize. Grup bize daha şarkının ilk saniyelerinden hastanede olduğumuzu hatırlatıyor. Karakterimiz The Patient da dinleyiciye bir hikâye anlatacağının sinyalini ilk sözlerden veriyor: “Toplanın, hepiniz, bu trajik olay için” diyor, bahsettiği trajik olay kendi cenazesi.
Parça başlarda tekdüze giderken bir anda yükseliyor. Karakterimiz “Büyüdüğüm zaman hiçbir şey olmak istemiyorum!” dediği vakit, sesindeki çaresizliği hissedebiliyorsunuz. Gerard Way’in vokallerini bu konuda bol bol övmek istiyorum, adamın sesi öyle bir ses ki istediği duyguyu dinleyiciye geçirebiliyor. Özellikle böylesine bir albümde hissettirebilmek çok önemli, karakterin duygularını umursamalısınız ki hikâyenin gerisini duymak isteyin. Başlarda pesimist olan ve kaderini pek de umursamıyormuş gibi davranan The Patient, şarkının sonlarına doğru doktora “Kurtarın beni!” diye bağırıyor. Bu parçanın en sevdiğim olayı da bu olsa gerek.
Düşünsenize, hepimiz ölüm hakkında espriler yapıyoruz, gülüyoruz geçiyoruz fakat ölümle burun buruna gelmek çok farklı bir şey arkadaşlar. Bu gerçek muhtemelen The Patient’ın suratına bir tokat gibi iniyor zira şarkının sonları, adeta bir yardım çığlığını andırıyor. Şarkı bitmek için enstrümanların veya vokalin susmasını beklemiyor. Bir anda kesiliyor; aynı hayatın ta kendisi gibi. Parçanın ismini hatırlasanıza: “Son.”
İkinci şarkıya geçiyoruz, bunun da adı eşit derecede melankolik: Dead! Ünlemli, evet. Sondaki ünlem önemli. Bu defa Gerard Way üç kişinin ağzından konuşacak bizimle; anne, doktor ve hasta. Annesinin bakış açısının işin içine girmesi demek, karakterin geçmişine ve ailesiyle ilişkilerine ilk defa bakabileceğimiz anlamına geliyor. Oğluna, “Hak ettiğini buldun mu?” diye soruyor ve bir şeylerin ters gittiğini anlıyoruz.
The Patient’ın annesi ile olan karmaşık ilişkisini daha sonra farklı şarkılarda da göreceğiz. Bir de doktorun gözünden bakıyoruz olaya, o da teşhisini koyuyor, hastanın belki de iki hafta daha yaşayabileceğini söylüyor. Sonra da en kısa tabiriyle hasta deliriyor. Biraz Joker gibi. Duygu değişimleri yaşadığını görüyoruz, “Eğer hayat sadece bir fıkradan ibaret değilse, neden gülüyoruz?” diyor. Demiştim ya öleceğini anlıyor diye, burada da bunu hissediyorum ben. Bir kez daha gerçekten ölüyor olduğu gerçeğiyle yüz yüze geliyor ve kendini kaybediyor. Bir de şu var ki Dead!, böylesine depresif bir şarkı olsa da melodisi itibariyle kulağa çok neşeli ve akılda kalıcı geliyor. Sanatçılar genelde böyle bir seçim yapıyorlar ki şarkının sözleri de melodisi de sizi farklı bir şekilde etkilesin. İşe yarıyor mu, orası artık size kalmış.
Atlayalım birkaç şarkı da Welcome To The Black Parade’e geçelim istiyorum şu an. Zira kendisi albümün yıldızı, My Chemical Romance’in de göz bebeği. Bolca öveceğim şimdi bu şarkıyı, hazır mısınız? Grup üyeleri de dahil olmak üzere birçok kişi tarafından “MCR’ın Bohemian Rhapsody’si” olarak tanımlanan bu şarkı bence beş dakikalık bir şaheser.
Bu şarkının hikâyesi de şöyle ki solistimiz Gerard Way, insanların öldükten sonra onları ölüme götürecek olan şeyin en güzel anıları olacağına inanıyor. The Patient’ın en güzel anısı da küçükken babasının onu götürdüğü geçit töreni. Ayrıca albüm ismini bu şarkıdan alıyor, yani The Black Parade baş karakterimiz için ölümü sembolize ediyor. Welcome To The Black Parade, artık ikonikleşmiş kısacık bir piyano solosu ile başlıyor, ilerledikçe tempo yükseliyor ve düşüyor. Tam bir duygu karmaşası yani. Bohemian Rhapsody ile neden kıyaslandığını dinleyince anlayacaksınız.
House of Wolves, albümün konsepti açısından önemli çünkü burada The Patient’in cehenneme girişini görüyoruz. “Cehennemde yanacağım,” diyor The Patient, biliyor kaderini. Hayatını gözlerinin önünden geçiriyor, kötü birisi olduğunu itiraf ediyor, hem kendisine hem de dinleyiciye. Günah işlediğini söylüyor defalarca. House of Wolves’un önemli olmasının bir diğer sebebi, aynı albümdeki başka bir şarkı ile paralel olması, o şarkı da Mama.
Mama’da hastanın annesi ile ilişkisi daha da derinlemesine işleniyor. Şarkı boyunca The Patient’in askerdeyken annesine yazdığı mektubu dinliyoruz fakat bazı hayranlara göre Mama’da anlatılan savaş gerçek anlamda bir savaş değil, hastanın kanserle olan savaşı için bir metafor. Sözler sayesinde annesi ile olan kopuk ilişkisini de görebiliyoruz. Annesi bu savaşta yaptıkları yüzünden ona kızıyor, eve dönmemesini söylüyor. Belki de bu sebeple Dead! şarkısına oğluna hak ettiğini alıp almadığını soruyordur, esasında cehenneme gitti. Bundan sağlam ceza mı var?
Son olarak, Famous Last Words’ten bahsedeceğim ve hepimiz dağılacağız, siz de benim hayranlıklarımdan kurtulacaksınız ama iyi dinleyin, bu şarkı albümün son şarkısı olduğu için çok değerli. Başkarakterimiz geri dönemeyeceğini, son pişmanlığın fayda vermeyeceğini söylüyor bu şarkıda. Hayatın isteklerini karşılayamadığından, sevginin de onu tükettiğinden bahsediyor. Şarkı boyunca bir nevi günah çıkartıyor, kendini affediyor. Ölüme hazır hissediyor artık.
Biz de bu hikâyenin finaline geliyoruz sonunda. Ama… Ya bütün bunlar gerçek bir savaş değilse, bu savaş sadece The Patient’in kafasının içindeyse? Bir noktada The Patient diyor ki: “Yanımda yatarken görüyorum seni, söyleyeceğimi hiç düşünmediğim şeyler söylerken / Uyanık ve korkusuz, uyuyor ya da ölü.” Bir kısmında da şöyle: “Yaşamayı sürdürmekten korkmuyorum, tek başıma yürümekten korkmuyorum.” Akıllara gelen soru şu: Yoksa ölen kendisi değil de sevgilisi mi? Buna kesin bir cevap yok elbette, sizin bir yorumunuz varsa belirtmekten çekinmeyin!
İşte My Chemical Romance’in şüphesiz en popüler albümlerinden olan The Black Parade’in hikâyesi de böyle. Bu albümü konsept albümler içinde diğerlerinden ayıran nokta, şarkıların şeffaflığı bence. Bahsettiğim şey şu ki siz, bu albümü dinlerken konseptini düşünmek zorunda değilsiniz. The Patient’ın kim olduğundan bile bahsedilmiyor, her şey üstü kapalı bir şekilde verilmiş ki dinleyenler kendilerince yorumlayabilsinler.
Daha dinlerken bile yorulduğunuzu, pesimistliğinizi hissedebiliyorum ama konusunun iç karartıcı olduğundan bahsetmiştim değil mi en başta? Yalnız değiliz bu konuda, öyle ki TBP çıktığında MCR bir süre protesto edilmiş. Elbette sebebi sadece TBP değil, sebepler arasında grubun geçmişinin melankolik olması ve emo kelimesiyle mimlenmiş olması da var. TBP de bunlara tuz biber olmuş sadece. MCR için “Gençleri intihara sürüklüyorlar,” tarzında eleştiriler yapılmış, doğruluğunu tartışmayacağım.
Benden bu kadar. Umarım çok kafa karıştırmamışımdır, sorular varsa alırım bu arada, el kaldırmanız yeter. O hâlde haydi, bir sonraki konsept albümde görüşelim sizinle!
2 Comments
iconic
Merhaba!Çok harika, bilgilendirici bir yazi olmus. Çok keyifle okudum!
My chemical romance benim icin de çook önemli bi grup. Öyle bi grup ki,insanin karsisina tam ihtiyaci oldugu ve tam kiymetini anlayacagi zaman da cikiyor..yani benim icin oyle oldu. yaşanmisliklariyla, acılarini ilham verici sekilde harmanlamalariyla, sanatsal yanlariyla, ilham verici söz ve şarkilariyla, konser sırasi ve normal hayattaki tavirlariyle her seyiyle çok özel bi grup.
“never let them take the light behing your eyes”olsun “you only live forever in the lights you make” olsun daha nice ilham verici sözleriyle bana ve daha bir çok insana destek olmus bir grup kendisi.
Grup aci ile basa cikmada uzman bi yer ustleniyor. bos durma. sanat ile ugras. insanlara faydan olsun. el uzat. birak acın seni daha nazik bi insan yapsin, gulumsemeni almalarina izin verme, empati sevgi merhamet mesajlari.. bir grup degil, bi fikir..