Sinema dünyasının kaderini değiştirmeyi başarmış ve son yirmi yılda yarattığı kendine has hayran kitlesiyle her filmiyle tartışma yaratabilmiş Paul Thomas Anderson’un yeni filmi One Battle After Another, ilk gösteriminin ardından büyük tartışmaların ve bu tartışmaların arasında yükselen bir heyecanın ufkuna yerleşti. Pandemi dönemi sonrasının ilgi çeken yapımlarından Licorice Pizza’ya imza atmış ve filmografisine farklı bir perspektif getirmiş yönetmenin yeni filmi üzerinde uzun yıllardır planlar yaptığını biliyorduk. Thomas Pynchon’un Vineland kitabını uzun süredir beyaz perdeye uyarlamayı planlayan yönetmenin Amerikan siyasetine nasıl bir bakış getireceği konusundaki beklenti de filmin yayın tarihi açıklandığından itibaren tartışma yaratmıştı. Venedik Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapması öngörülen filmin büyük bir festivalde açılmamış olması da filmin akıbetine dair izleyiciyi düşünmeye itti. Günümüz dünyasının kaotik politik ikliminde savrulurken kendimizi hiç bitmeyen bir “savaşın” içinde bulduğumuz Anderson’un yeni filmi, hem politik beklentilerimizi hem de sinemasal sorularımızı karşılar nitelikte açılıyor.
Gelebilecek “negatif” tepkilerden dolayı Venedik Film Festivali’nde açılmadığını öngördüğüm filmin yarattığı büyük heyecanın bu öngörüleri yersiz çıkardığı da aşikâr. Şimdiden 2026’daki Akademi Ödülleri’nin favorilerinden biri olacağına kesin gözüyle bakılan Anderson’un yeni filmi, “insan olmanın” türlü politik zorluklar çerçevesinde geliştiği 21. yüzyıla dair de keskin fikirler içeriyor. Bu fikirleri her zamanki kendine has mizah duygusu ve Amerikan kültüründen elementlerle birleştiren Anderson’un, yedinci sanata yeni bir sinemasal gerçeklik getirmekten çok hâlihazırda var olan absürt politik atmosferin yansımalarını inşa ettiği de açık. Son yıllarda “epik” sinema yapmaya çalışıp süre ve kurgu arasındaki ilişkide sorunlar yaşayan Martin Scorsese’nin The Irishman’i veya Brady Corbet’in The Brutalist filmi gibi örneklerdeki anlam karmaşasından belirli ölçüde sıyrıldığını da söylemek gerek One Battle After Another’ın.

Hard Eight filminden beri kariyerinin yükselişine bizzat tanık olduğumuz ve sinema dünyasının en kendine has yönetmenlerinden birinin kariyer zirvesine ulaşmasını seyrettiğimiz Paul Thomas Anderson’un çektiği her filmle tartışma yaratıyor olması, günümüz hantallaşan Hollywood’unu düşündüğümüzde umut verici. Stüdyoların özgünlük ve tekrar arasındaki paradoksta kaybolduğu bir dönemde Paul Thomas Anderson gibi üst klas bir sinemacının filmini beyaz perdede deneyimlemek, filmin beğenilebilirliği ne olursa olsun heyecan uyandırıyor. Üstelik her filminde seçtiği oyuncuları beklenmedik biçimlerde kullanışı da yönetmenin en büyük artılarından biri. One Battle After Another’da da yönetmenin oyuncular üzerindeki vizyonunu açıkça görmek mümkün. Beklentileri karşılayacağından emin olduğumuz Leonardo DiCaprio ve Sean Penn’in epik performanslarının yanında Teyana Taylor ve Chase Infiniti de ekran kişilikleriyle göz doldurur nitelikte. Yıllara yayılmış bir hikâyedeki “kaçma-kovalama” tonlu bu seyirliği bu denli akıcı kılan da oyuncuların sarf ettiği ekstra efor olsa gerek.
Eski bir devrimci olan Bob’un (Leonardo DiCaprio), eşi Perfidia’nın (Teyana Taylor) anısının ve kızı Willa’nın (Chase Infiniti) üzerinde oluşan korku ve paranoyayı takip edişi, bundan bir “savaş” yaratma gayreti, filmi özetleyen ana faktörlerden biri. İki saatin üzerinde kurulan bu tansiyon ve kaos endişesinin filmin genel kurgusuna gayet başarılı bir şekilde yedirildiğini görmek de sevindirici. Amerikan siyasetinin hem retorik olarak hem de çözüm üretme konusunda çıkmaza girdiği böylesine bir politik iklimde Anderson’un kendi kara-komedi elementlerini “faşizm-devrimcilik” çatışması üzerinden anlatma çabası da filmin açılışından itibaren kendini belli ediyor. Daha önce yönetmenle filmlerinin müzikleri üzerine çalışmış ( There Will Be Blood, Phantom Thread ) Radiohead üyesi Jonny Greenwood’un tekrara düşen fakat filmin gerilimli atmosferine tam oturan müzikleri de genel resmi tamamlar nitelikte.

Filmin “kötü adamı” karakterinde Colonel Lockjaw’a hayat veren Sean Penn, kariyer zirvelerinden birine çıkıyor. Kariyerinde birçok farklı türden karaktere hayat vermiş oyuncunun “beyaz Amerikalı” stereotipine de cuk oturduğunu söylemek gerek. Yıllar içerisinde biriken Lockjaw karakterinin nefretinin oyuncuda hayat bulması, Anderson’un filmine dördüncü bir boyut kazandırıyor. Günümüz liderlerinin parodisi gibi duran Colonel Lockjaw’un özellikle Perfidia karakteriyle yaşadığı “gerilim”, filmin heyecan dozunu artırıyor. Bu bağlamda karakter ilişkilerinden soyutlanıp politik bir konuma oturabilecek filmin siyasi gündeme dair söyledikleri ise muallakta kalıyor çünkü Anderson, kamerasıyla kurduğu parodisel karakterlerinin yansımalarını gündelik Amerikan siyaseti klişeleriyle doldurmayı seçiyor. Film bu noktada hafifçe sekteye uğrasa da yönetmenin neyi başarmaya çalıştığını anlamaya çalıştığımızda ancak böyle bir anlam kazanmış oluyor — ki politik tiplemelerden sıyrılıp kendi mizah tonunu bulabilsin.
“Sistem karşıtı” bir yerde durduğuna dair övgülerin yanı sıra filmin çok iyi kurgulanmış ve harika oyunculuklara sahip, komedi soslu iyi bir aksiyon seyirliği olduğunu söylemek yanlış olmaz. Siyasi bir beklentiyle filmin başına geçip beklenti yaratmak bazılarını hayal kırıklığına uğratabilecek olsa da Anderson’un böylesine trajikomik bir dünyaya biraz olsun “umutlu” bakabiliyor oluşu da One Battle After Another’ın bu kadar heyecan yaratmasının bir diğer sebebi.
Akademi Ödülleri’nde ödülden ödüle koşacağına kesin gözüyle bakılan filmin, Paul Thomas Anderson filmografisinde nereye yerleşeceğini ise zaman gösterecek.