Akademi ödüllerinin günümüzde eskisi kadar prestijli olmadığını ve ödülleri alan filmlerin ne kadar formülize olduklarını günlerce konuşabiliriz. Prestijli olmadığını kabul etsek de bu ödülü almış olan filmlerin hala belli bir standarda uygun olmalarını bekliyoruz. Buna rağmen, Oscar adayı olan ve/veya Oscar ödülü kazanmış filmlerde belli bir örüntü sezdiğinizi düşünüyorsanız da yanılmıyorsunuz diyebilirim. “Bu filmi Akademi kesin sever,” düşüncesiyle hareket ediyoruz çoğunlukla.
Bu yazımda size Akademi’nin gerçekten sevdiği fakat benim asla buna anlam veremediğim türden bir kısa filmi anlatmaya geldim. Bu sene “En İyi Kısa Film” dalında Akademi ödülü almış, yönetmenliğini Travon Free ve Martin Desmond Roe’nun yaptığı Two Distant Strangers’tan bahsedeceğim.
Two Distant Strangers, Amerika’da yaşayan siyahilere karşı yapılan ırkçılığı ve polis şiddetini anlatmayı amaçlıyor. Siyahilerin yaşadığı bu acımasız döngüyü, bütün çıplaklığı ve bütün vuruculuğu ile gözler önüne sermek amaç. Başkarakterimiz, Groundhog Day’deki gibi, bir günü devamlı olarak yaşamak zorunda kalan, Carter isminde siyahi bir genç. Carter, geceyi birlikte geçirdiği kadının evinden dışarıya adımını atar atmaz başlıyor beyaz polisin zulmü. Andrew Howard’ın canlandırdığı çizgi romanlardan fırlama kötü polisimiz, Carter’ı içinde bulunduğu bu döngü içinde devamlı olarak öldürüyor. Acaba başkarakterimiz bu durumdan nasıl kurtulacak? Kurtulabilecek mi?
Güncelleme: Yazıyı yazarken bilmiyordum, Cynthia Kao isimli yönetmenin iddiasına göre bu filmin konusu direkt olarak onun Groundhog Day For A Black Man isimli kısa filminden çalıntıymış. Cynthia Kao’nun açıklamalarına şuradaki videodan ulaşabilirsiniz. Açıkçası çalıntı bir fikrin Akademi ödülü alması beni üzdü- Hollywood’un veya Akademi’nin bu konuda herhangi bir aksiyon alacağını pek düşünmüyorum maalesef. O yüzden bu durumu bizim öğrenmemiz ve bu kısa filmi izleyeceksek de bunu bilerek izlememiz önemli diye düşünüyorum.
Yazının geri kalanının, bu yarım saatlik kısa filmden spoiler içereceğini de söylemiş olayım, öyle devam edeyim.
Kurtulmuyor. Groundhog gününü tekrar ve tekrar yaşadığını görüyoruz kendisinin. Tamı tamına 100 günlük bu süre içerisinde Carter ne yaparsa yapsın beyaz polisin şiddetinden kurtulamıyor, günü sürekli olarak vurulmasıyla bitiyor. Yolunu değiştirse de, evde kalsa da, evden erken çıksa da, hatta polisle ciddi ciddi konuşmaya çalışsa da sonu aynı oluyor. Usulsüzce göz altına alınmak istemeyen Carter’ın sonu, her daim polisin kurşunu ile geliyor.
Yönetmenimiz veya senaristimiz, filmin daha ilk sahnesinden George Floyd’un ölümünü canlandırmaya karar vermiş. Hani filmin vermek istediği “ince mesajı” anlamadıysanız diye gözünüze sokmuş. Yaygın kanı aksine filmin ilk kısımlarına duyduğum bir nefret yok benim. Hani yönetmenin amacı siyahilere uygulanan şiddeti tüm vuruculuğu ile izleyiciye göstermek ise sesimi çıkartamam bu konuda. Hiçbir suçu olmayan Carter’ın defalarca ve defalarca usulsüz bir şekilde aranmaya çalıştığını ve bu sürecin yalnızca bir kurşun ile sona erdiğini izliyoruz- Bu, bir tek insanın gözünü bile açsa yeterli.
Benim sorunum, bu filmin zaten ilk on dakikada derdini anlatması ve sonraki yirmi dakikanın az önceki on dakikada da anlamadıysanız diye kafanıza terlikle vurarak sosyal mesajını anlatmaya çalışması. Sadece bu da değil, hani şu İngilizcede “cherry on top” dedikleri final vuruşu olur ya, o da filmin final sahnesinde gizli. Filmin, aşırı derecede problematik ve önceki dakikalarda anlatmaya çalıştığı her şeyi yerle bir eden bir sonu olduğunu düşünüyorum.
Filmin, oyunculuktan anlamayan birisi için bile oldukça kötü olan oyunculuklarına ve vermek istediği sosyal mesajı George Orwell’ın inanılmaz kötümser gelecek tasviri gibi “kafanızı bir bot ile devamlı olarak ezerek” verebilmesine tahammül edebildiyseniz ne güzel. Filmin sonunu getirebildiniz demektir. Karakterimiz sonunda bu döngüden kurtuldu sanıyoruz fakat filmin sonunda polis, bir kez daha Carter’ı vuruyor. Carter’ın kanı, Afrika kıtası şeklinde akıyor. Polisin bu döngünün farkında olduğunu ve Carter’ı öldürmeye kararlı birisi olduğunu görüyoruz.
Bu noktada işin ciddiyeti kopuyor. Amerikan polisini savunacak falan değilim, ben de her şeyin farkında bir insanım çok şükür, lakin beyaz polisin “Seni sonsuza dek öldüreceğim,” deyişini ve sonrasında yaptığı o saçma sapan el hareketini görünce az önce izlediğimiz yirmi dakika, bu anın ciddiyetsizliği içinde resmen kayboluyor. İzlediğimiz filmin cani bir gerçeklik olduğunu değil, sadece bir kurgu olduğunu hissettiriyor. Film, dramatik bir anlatıdan ziyade gerçekten iyi ve kötünün savaşını anlatan bir bilim kurgu izliyormuşuz gibi geliyor ve işler bu noktadan sonra daha iyiye gitmiyor.
Vurulduktan sonra Carter yeniden uyanıyor. Aynı günü tekrar yaşayacağını anlıyor, biz de biliyoruz zaten. Sonra da kameraya havalı havalı bakıyor ve diyor ki:
Ne olursa olsun, kaç kere öldürülürsem öldürüleyim, köpeğime geri döneceğim.
Sonra jazz müzik eşliğinde ekranda, köpeğine geri dönmek için ikinci bir şansı olmamış, polis şiddeti yüzünden can vermiş siyahi insanların isimleri akmaya başlıyor.
Dediğim gibi, bu sahneler o kadar kurgusal ki filmin anlatmaya çalıştığı gerçeklik resmen eriyor gidiyor. Polis şiddeti ve ırkçılık gibi hassas bir konuyu işleyen bir film izlediğimizi sanıyoruz fakat bu dakikalar, filmin ilk sahnelerinin tamamen son sahneye hizmet ettiğini hissettiriyor. Sanki polis şiddeti kısımları, tamamen polisin de bu Groundhog Day’in farkında olduğu twist’inin verilmesi için konmuş gibi. Bu durumda bu filmde polis şiddetinin anlatılması, siyahilerin gördüğü zulmün sömürülmesi haline gelmiş oluyor. Bu gerçeği gözler önüne sermek olmuyor.
Bunun yanında başkarakterin kameraya bakıp köpeğine geri dönmekte kararlı olduğunu söylerken ekranda polis şiddeti yüzünden hayatını kaybeden masum insanların isimlerinin akması da bana hoş gelmiyor. İma ettiğiniz gerçekliğe göre Carter’ın, bu şiddet döngüsünü kırmak için bir şansı mı varmış yani? Diğerlerinin yoktu. Bu ikili arasındaki zıtlık ile tam olarak neyi ispatlamaya çalışıyorsunuz? Carter’ın bu döngüyü kırmakta kararlı olması neye hizmet ediyor?
Filmin daha önceden anlatılmamış bir şey anlatmıyor olması gerçekten benim için dert değildi. Düşük puan verir, geçerdim. Durum benim için filmin son sahnesinin, şu ana kadar izlediklerimizin yalnızca bir filmden ibaret olmasını hissettirmesiyle farklı bir boyuta geçti yalnızca. İzlediğim her şey, son sahnede şaşırmam içinmiş. Polis şiddetine günlerce maruz kalan, haklarının gasp edilişini defalarca izlediğim Carter, kötü karakter polisin kovaladığı bir iyi karaktermiş.
Oyunculukların kötü olduğunu söylemiştim ya, başka bir filmde oyunculuklar gözüme batmaz fakat bu filmde yer yer güldüğüm bile oldu. Siz ne düşünüyorsunuz bilmiyorum ama bence polis şiddetini anlatan ve Akademi ödülü kazanmış bir filmde benim oyunculuklara gülmemem lazım. Filmin genel tonu, hatalı. Ciddiyetini koruyamıyor. Bunun üzerine bir de kötü oyunculuklar eklenince film gerçekten çekilmez bir şekilde sona eriyor.
Joey Bada$$ haricinde iyi bir oyunculuk göremedim. Andrew Howard’ın elindeki senaryodan çıkartabileceği en düzgün işi çıkarttığını düşünüyorum. Bu ikili dışında benim için bu filmde parlayan şüphesiz ki kaykayından düşen çocuk oldu. Hayatımda bu kadar dandik bir düşüş görmemiştim. Gerçekten film hakkında aklımda kalan birçok sahne var ve bu sahnelerin yüzde doksanı kanlar içinde yerde yatan Carter ise yüzde onu kaykaycı çocuğun dramatik düşüşü.
Neyse işte, özetle anlatmak istediği konuyu ve niyetini anladığım fakat bunu beceremediğini ve eline yüzüne bulaştırdığını düşündüğüm bir yapım izlemiş oldum. Kısa filmlerin açık açık uzun eleştirilmesi pek hoşuma gitmiyor açıkçası, o yüzden bu yazıyı yazmadan önce de bayağı bir düşündüm. Bunlara rağmen en başta belirttiğim gibi Oscar almış bir kısa film bu. O yüzden eleştirilebilecek yerlerini dile getirmekte bir sakınca görmedim. Böyle mesaj verilmez.
Oscar almasını da Akademi’nin “sosyal mesaj” mevzusunu ancak bu filmin yaptığı gibi çat çat çat verildiğinde anlıyor olmasına bağlıyorum. Dedim ya, bir örüntü gözlemleyebiliyoruz diye, “En İyi Kısa Film” ödülünü kazanan filmlerin çoğunun kıssadan hisse anlatılar olduğunu ve bu anlatıların vermek istedikleri mesajı kör göze parmak verdiklerini görebiliyorum. Hoş değil bence. Bilemiyorum.
Siz ne dersiniz? Two Distant Strangers izlediniz mi? Beğendiniz mi?
1 Comment
Bana The Twilight Zone (2019) un 1.sezon 3. bölümü “Replay” i hatırlattı açıkcası.