Az sonra okuyacağınız yazı, umuyorum ki, felsefi bir dayanak noktasından varoluşsal birkaç soru sorup, kendince cevaplayan bir sanat eserinin katmanlarını incelemeye çalışacak. Bunu yaparken, sizin bireysel inançlarınıza dayanarak gücendirici bulacağınız birkaç cümle de kurabilir. Eğer yaratıcı ve/veya hükmeden bir veya birkaç ilahın farazi aksiyonları ve bunları bu şekilde yorumlayıp kabul etmenin manası hakkında konuşulması sizi rahatsız ediyorsa, gerçekten başka bir yazımızı okursanız gücenmeyiz. Az sağda yine kasting haberleri, fragmanlar falan olacaktır muhakkak ki. Tamam mı? Anlaştık mı?
Okeysek,start alalım.
Başlıktaki fena iddialı cümleyi derinleştirmeden önce, o cümlenin az sonra ciddi anlamda sırtını yaslayacağı bir konsepti açık etmek ve açıklamak gerekiyor: kozmik aldırışsızlık. İngilizce’deki “Cosmic Indifferentism” tabirinden kabaca çevrilmiş olan bu terim, H.P. Lovecraft ile özdeşleştirilen bir varoluş açıklaması esasında. Lovecraft’in kozmik aldırışsızlığı, özetle evren içerisinde bizim anlayamadığımız şeylere muktedir kozmik güçlerin, yani, amiyane tabiriyle, tanrı ya da tanrıların var olduğunu kabul ediyor. Ancak, ileri sürdüğü şey, insan varoluşunun bir bütün olarak bu kozmik güçleri enterese etmediği.
Einstein’in meşhur sözünün aksine, Lovecraft’in kozmik aldırışsızlıkla açıklanan dünyasında tanrı gerçekten de evrenle zar oynamaktadır; ve üstelik aynı zarı atan kişinin fırlattığı küpün üzerindeki daireleri umursamadığı gibi bu kozmik güç veya güçler de bizi umursamamaktadır. Bu dışarıdan pesimist gözüken bir varoluş açıklamasıdır, ama aslen ne karamsar, ne de iyimserdir. Sadece ve sadece, bir tanrının olduğunu, ama bizi umursamadığını ortaya atar.
Preacher’da Garth Ennis ve Steve Dillon ikilisi, bunu bir adım öteye taşıyorlardı. Bilmeyenler için bir tutam spoiler olacak, ama dizisi bile çıkmış otuz senelik bir çizgi romanı hâlâ okumadıysanız, şikayet etme hakkınızı kaybettiniz diye düşünüyoruz: Preacher Tanrı’ya kayıtsızlığından dolayı hesap sormak üzere yola çıkan bir vaizin hikayesi. Bu vaizin içerisinde belirli bir şekilde söylediği müddetçe herkese her şeyi yaptırabilmesini sağlayan bir melez melek-şeytan bebeği var. Ancak dürüst olmak gerekirse, bu bebeğin ve gücün hikayeyi sıkıştığı yerlerde ilerletmekten başka bir vasfı yok.
Esas mesele, Jesse Custer’ın suikastçi eski kız arkadaşı ve vampir kankası ile çıktığı bu hesap sorma yolculuğu. Preacher’ın dünyasında, Custer yola çıktığı vakit, var olan tanrı çoktan kayıplara karışmıştı. Bakın, yoktu demiyorum. Preacher’ın gerçekliğinde tanrının varlığı belirli bir zümrece bilinen bir şey. Hristiyan mitolojisindeki pek çok olayı da –İsa’nın babasız doğumu gibi– Ennis ve Dillon gerçek bir zemine oturtarak devam ediyorlar dünya inşalarına. Bu evrende bir tanrı kesinlikle var. Sadece bizi umursamıyor. Zaten Custer da, spesifik olarak buna sinirlenip yola çıkıyor.
Bu ilk etapta insana sadece kulağa hoş gelen fantastik bir tabir gibi geliyor, ama aslında değil. Başlıktaki beyanı bize kurdurtan şey de o zaten. Preacher’ın sırtını yasladığı bir temel tez var. Ennis ve Dillon, temelde ilahiyat felsefesi dalında kabul edilebilecek bir teorem atıyorlar ortaya. Lovecraft’ın kozmik aldırışsızlığından bir adım ötede. Ya semavi dinlerin tanrısı gerçekse, ancak kitaplarda söylediği hüviyette değilse? Şunu soruyor Ennis ve Dillon: Bu kozmik güç hakkında bildiğimiz ve kabul ettiğimiz her şey, onun gönderdiği bilgilerden geliyor. Peki onun güvenilir olduğunu nereden biliyoruz?
Hikaye ilerledikçe ortaya çıkıyor ki, hayır, değil. Preacher evreninde ikamet eden ve bizim evrenimizle pek çok ortak noktaya sahip olan tanrı; bencil, yalancı, manipülatif ve çıkarcı. Fakat bu aslında enteresan bir şey değil. Grekoromen tanrılar da bencil, yalancı, manipülatif ve çıkarcıydılar; unutmayın, bütün bir Truva Savaşı ve getirdiği tüm gözyaşları, tanrıçaların bir ölümlünün jürisi olduğu güzellik yarışması düzenlemek gibi felaket aldırışsız bir hareketten çıkmış bir şeydi. Bugün hâlâ çok tanrılı dinlere inanlar var, ve o çok tanrılı dinlerin ilahlarının bir bölümü böyle. Esasen, dürüst olmak gerek, her şeye kadir ama ahlaki olarak sarsılmaz derecede iyi tanrı konsepti, insanlık tarihine bakıldığında, görece küçük yaşta.
Üstelik Ennis ve Dillon’ın bunu sadece bir parodi, satir ya da kinaye olarak kurgulamadıkları; anlatmaya çalıştıkları şeyi neredeyse bir felsefi bakış açısı olarak konumlandırmak istedikleri de aşikar. İkili baya baya Hristiyan tanrısı olduğu çok belli olan ilahından hesap sormaya giden Hristiyan vaizin tekini yazmak zorunda değildi. Onun yerine çok rahatlıkla Antik Yunan’da yaşayan ve Zeus’tan hesap sormaya giden uyduruk bir karakter yaratıp, metaforlarla da aynı son noktaya gelen bir öykü kaleme alabilirlerdi. Hayır, onlar spesifik olarak Hristiyan vaizini, Hristiyan mitolojisinden ögeler kullanarak, Hristiyan tanrısından hesap sordurmaya götürmeye karar verdiler. Çünkü Ennis ve Dillon’ın derdi sembolizm yapmak değil, ortaya bir evreni açıklama biçimi koymaktı. Aynı Lovecraft’in Cthulhu ve Old Gods eserlerinde yaptığı gibi.
Gelecek sezonlarda Rogen & Goldberg imzalı dizi buralara değinecek cesareti gösterecek mi? Pek sanmıyoruz. Ama şu kesin: Ciddi felsefi teoremleri, kurgusal işlerle anlatmak yeni bir şey değil. Neredeyse bütün Batı felsefesi bir adamın karakter olarak hocasını kullandığı kurgusal diyalog kitaplarının üzerine kuruldu. O yüzden bizce Preacher’ı sadece bir çizgi roman diye geçiştirmek biraz hafiflik olur. Preacher baya baya ilahiyat felsefesi üzerine yazılmış en enteresan eserlerden biri.
Nasıl bağladık ama başlığa?