“Tüfek icat edildi, mertlik bozuldu” Köroğlu
Herkese merhaba. Adım Igor. Gri Dağlar civarında doğdum. Anne tarafım insan, baba tarafım ogre. Ogre dedim diye ürkmeyin. Yiğit olur ogreler, mert olur. Şimdi böyle efendi gibi, şehirli gibi konuştuğuma bakmayın, ogreliğime laf ettirmem. Gençliğim çıplak elle kurt öldürmekle geçti benim. Babamla ormanda kurt,geyik, bazı bazı yaban domuzu avlar, sonra her ne avladıysak kıyı şeridindeki büyük şehir Tarant’a götürüp satardık. Yükümüz hep çok ağır olurdu,ancak ogreliğin şanından sesimiz çıkmazdı. Kuşluk vakti Tarant’a varıp da hanın birinde kendimizi sıcak suya bıraktığımızda tüm o nasırlarımızın nasıl yeşil yeşil şiştiğini görürdük ne var ki. Babama hep derdim “dağın eteklerinden bir demir ata binelim, ray üzerinde gidelim, sıkıntı çekmeyelim, helak olmayalım” diye, lakin ürkerdi babam. “ne o öyle, ejderha gibin fokur fokur bir de” der odunla kafama vururdu. Ogre olduğum için kafam acımazdı ama baba dayağı bu, yürek sızlardı her seferinde.
Babam okuyamadı ama benim de kendi gibi kurt postuyla, domuz tezeğiyle uğraşan bir adam olmamı istemedi. Biriktirdi, gnome köylerini yağmaladı, antik lahitlerden elmaslar çaldı, sonunda beni okutacak parayı buldu. Yarı kan da olsa Ogre okutmak kolay iş değil, tonla para ver gene okutmuyorlar, yoluna hep bir çomak sokuyorlar. “Çocuk okusun, büyü öğrensin hekim olsun” desen akademileri hep zengin burssuz elfler doldurmuş, “mühendis olsun teknik öğrensin, köye otomatik değirmen yapsın” desen insanıyla gnome’uyla muhatap olmak ayrı dert. Haydi sen muhatap olsan, onlarda bir afralar tafralar… “Dağdan geldiysek, temiz havayla büyüdüysek hesap mı vereceğiz ulan?” diyesim geliyordu başlarda. Sonradan duruldum.
Zor geçen ilk gurbet yıllarımın ardından maden mühendisliği fakültesine kapağı atmayı başardım. Burada çok cüce tanıdım. Hocaların, asistanların hepsi cüceydi. Hele bir cüce hocamız vardı, beni pek severdi, “Boduroğlan” derdi bana. “Kantinde iyi yemek çıkıyor mu, Boduroğlan? Besleyebiliyor muyuz seni?” diye şakalaşırdı. Sadece o mu? Tüm fakülte pek severdi beni. Elim ayağım büyük olduğundan ince iş yapamazdım ama bir şeyler mi yıkılacak, dağdan boğazlanmalık were-rat mi inmiş, balyozu kapar hemen yardımlarına koşardım ben de. İnanın, anamdan babamdan görmediğim sevgiyi ben cüce kardeşlerimden gördüm. Zaten cüceler de ogreymiş eskiden. Hepimiz bir dişi Wyvern’in peşinde Orta Dünya’dan birlikte göçmüşüz buralara.
Okuyup edip diplomamı aldığım gün dünyalar benim olmuştu. Mezuniyetten önceki yaz yaşlı anamla babamı diploma törenine çağırmıştım ama babam o kadim Ogre gururu ile “gelmem” demişti. “Biz oralara uygun değiliz oğul” demişti. “Biz şimdi ucunda kan kurumuş baltamızla, keçi postu yeleğimizle senin okula gelsek orada hor görürler bizi. Bilirim o zengin kodamanları ben. Anana bir laf ederler, ailemize bir laf ederler ben kendimi tutamam. Ben seni dövmedim ama dağ çeliğiyle döverdi babam beni, yiğit olayım diye, aileye edilen lafa sessiz kalmayayım diye. Elin kılıklısını bir ses ederse içime atamam, el memlekette kan çıkarırım”.
Babamdaki gururu bildiğimden karşı çıkamadım. Ben güçlü durdum bu cevaba, ama gözlerim, anacığımdan gelen o mavi gözlerim duramadı. Sicim sicim yaşlar aktı o gün. “Ağamsın. Sen ne dersen o olur. Gelemiyorsan ben gelirim, diplomamı sana ben getiririm.” dedim, öyle karar aldık.
Elimde diploma, çocuklar gibi şen Caladon’dan Tarant’a kalkan IFS Zephyr adlı meşhur zepline bindim sonrasında. Hay binmez olaydım! Başıma gelecekleri nereden tahmin edebilirdim ki? Zeplinimizi havada patlattıklarında dudaklarımdan bir “eşşedüüü…” fısıltısı akıverdi, sonra kafayı vurdum zemine. Yere öyle sert çakıldık ki nasıl yara almadım, nasıl kemiğim kırılmadı aklım almıyor. Ogre kemiği sert olur, baba tarafından yırttım herhalde. Benden de başka kurtulan olmadı zaten.
Ben daha “pekmez aktı mı acaba?” diye düşünemeden enkazdan gelen bir cılız inilti kendini gösterdi. Hemen gidip baktım, yaralanan bir garip yaşlı gnome amca köşede can çekişiyordu. Amca son nefesinde bana bir yüzük verdi, yüzüğün sahibi bir oğlandan bahsetti. “Git o oğlanı bul, ne yapılacağını bilir” dedi. Ben daha amcaya bir şey diyemeden kendisi ruhu teslim etti. Sevenlerinin başı sağ olsun.
İnanın benim derdim değildi sevgili okurlar. Yani vaktim, durumum olur ise fakir sevindiririm, mazlumun yüzünü güldürürüm ama daha zeplinden düşeli on dakika olmuş olmamıştı. Daha bir ilk yardım görmeden, bir sargılar değişmeden maceraya mı atılınır? Atılınıyormuş. Kaderde yazıyorsa sıkıysa atılma. Yüzüğü cebime koydum, birileri yardıma gelirse diye beklemeye başladım. Hem yorgundum, hem de benim nüfus kağıdıyla diploma da yangında kül olmuştu, büyüklerimin tavsiyelerini dinlemediğimden noter tasdikli kopyasını da almamıştım. Şimdi okula geri dön, arşivlerden kaydını bul, sonra senin sen olduğunu görevli memura kanıtla… Bugün için mesele gibi gözükmüyor ama Sanayi Devrimi zamanlarıydı o zamanlar. Kafa kağıdı çıkarmak, akbil çıkarmak öyle kolay olmuyordu.
Tez vakitte cübbeli bir rahip geliverdi. Virgil imiş adı. Mert çocuktu Virgil. Hemen bana şifa büyüsü çaktı. Görmüş bizim kazayı, koşa koşa yanımıza gelmiş. Kazada tek hayatta kalanın kendim olduğunu söyleyince gözleri büyüdü. “You are the Living One!” dedi. “Öyle kahraman adı mı olur yahu!” diyecektim, diyemedim. Beynim zonkluyordu zaten.
Sonrası mı? Sonrasında kimse kazazedeymişsin, gurbetten dönerken diploman yanmış falan demedi. Toplum Sanayi Devrimi görmüş görmesine, ama devrimler tepeden inerse kimse doğal olarak bir şey anlamaz. Ortalık gene çetesiyle, eşkiyasıyla, kılıçlı kalkanlı gobliniyle dolu. Devrimin getirdiği bir buharlı motor, bir de demirat sadece. Virgil’le yola çıkar çıkmaz herkes üzerimize bindi. Biz gene bir hana gittiğimizde ilk olarak bodrumdaki fareleri temizlerken buluyorduk kendimizi. Anlayacağınız sokaklarda gaz lambaları var ama kafa gene orta çağ, örümcek zihniyet. Fransız Devrimi’ni geçtim, bari bir küçüğünden Tanzimat, Islahat Fermanı okutsaymış dönemin büyükleri.
Şu ara o krallık senin, bu krallık amca oğlunun diyerek elimde bir yüzük gezinip duruyorum. Yanımda dostum Virgil, peşimde medeniyetten nasibini almamış kılıçlı kalkanlı garip bir tarikat var. Evime dönemem, atamın karşısına çıkamam “diplomayı yaktım” diye. Bari rahmetli gnome amcanın meselesini çözeyim diyorum, sevap olur. Bazen yüzüğü birilerine gösteriyorum arıza çıkarıyorlar, bazen yüzüğü kaybediyorum koşuşturup düşürdüğüm yeri bulmaya çalışıyorum. Günler geçiyor bir şekilde bu topraklarda.
Çok bir gelecek planım yok. Açık öğretimden elfçe dili ve edebiyatına kaydolup biraz daha yüzük cebimde gezinmeyi düşünüyorum. Elfçe’yi de günahım kadar sevmem ama askerlik ciddi mevzu, dalyan gibi adam olduğumdan çürük de diyemem, kimse inanmaz. Virgil’le Dernholm yakınlarında bir öğrenci evi tuttuk, maceradan sıkıldığımız vakitlerde ökseotu suyu içip günümüzü gün ediyoruz. Arada git şu mezarlıkta iskelet parçala, git şu tapınakta gizli tarikat eşele derken günler geçiyor tabii.
Dur bakalım diyorum çoğu zaman, su gider akacağı yolu bulur elbet.
Bu yazı biraz Umut Sarıkaya usülü oldu, kusurumuz varsa affola. Umut da Arcanum oynasa kesin benzer duygular hissederdi. GOG’da 6 dolara satılıyormuş şu sıralar. Oynamasanız da elinizin altında bulunsun, Aynı benim başıma geldiği gibi bir gün en alakasız zamanda sizin de canınız feci şekilde Arcanum çekebilir.