Buzul Çağı’ndan kalma bir RPG ile tekrardan sizlerleyiz.
Genç okurlar pek bilmez, bir zamanlar oyun camiasında bir “Diablo’nun tahtı” kavgası vardı. Nasıl bir tahttır bu, oturana ne nimetler sunar, inanın asla anlamadım ama benim oyunculuğum hep “Diablo’nun tahtı” nidalarıyla geçti. Her yeni action-RPG (ya da hack’n slash) “Diablo’nun tahtının” yeni varisi olarak pazarlanıyordu. Hexplore yapıldı, “Diablo’yu toprağa gömecek” dendi; Nox yapıldı, “Blizzard’a artık insanlar içecek bir tas çorba dahi vermez” dendi. Çok oyun çok iddiayla geldi geçti, (ne yazık ki) baki olan gene Blizzard, gene Diablo oldu.
Vakti geldiğinde Diablo’nun tahtını zapt eden gene Diablo II oluverdi tabii. Kimsenin de bu devir teslim törenine karşı çıkacağını sanmıyorum. O zaman da kimse çıkmamıştı zaten. Diablo II ile III arasındaki süreç ise çok daha farklı gelişti, ama isterseniz o kısmı başka bir akşama bırakalım. Biz bu yazıda başka bu yola baş koyan başka bir oyundan bahsedelim. Tüm bu Diablo’nun tahtı muhabbetlerinde geçen bu oyun gerçekten ilgi toplamış, beklentileri şaha kaldırmıştı. Tabii ki tarihin gidişatını bu oyun da değiştiremedi ve 1999 yapımı Darkstone aslında dönemi Diablo-klonlarından daha iyi bir iş değildi, hatta bu yarışta bu kadar süre varlığını sürdürmesi bile şaşılasıydı. Yine de üzerine iki çift laf edilmeyi hak eden bir işti. O yüzden Darkstone hakkında o lafı edip, misyonumu tamamlama niyetindeyim.
Bu tarz oyunlarda farzdır, olabildiğince vasat altı bir hikaye yazmalısınız ki oyuncu zaten dinamikleri basit, her yaş grubuna hitap eden bu oyunda karmaşık yapılarla, derin karakterlerle boğuşmasın. Neticede geriye dönüp baktığımızda dişe dokunur tek hack’n slash hikayesi gene Diablo serisinde karşımıza çıkıyor, daha ötesi yok. Gerek de yok gibi gözüküyor. Darkstone’da da kendini bir transform büyüsü ile dev bir ejderhaya dönüştürmüş Lord Draak ile uğraşıyoruz. Olay sadece bundan ibaret. Lord Draak yanlış hatırlamıyorsam kırmızı dev bir ejderha ve her oyunda olduğu gibi bir ejderhaya karşı dövüşmek bu oyunda da muhteşem bir his. Ne var ki hepsi bu. Zindan zindan gezip, inebildiğimiz kadar derine inip kırmızı ejderhayı kesip oyunu bitiriyoruz o kadar.
Yine de elimizdeki oyunun 1996 yılındaki Diablo’ya meydan okuduğunu hatırlayalım. Darkstone yapılığı zaman, Diablo II’nin nasıl bir şey olacağı konusunda çok da fikirler oturmamıştı. Peki Darkstone neleri doğru yaparsa şu mevzubahis tahtta söz sahibi olabileceğine inanıyordu?
Öncelikle çok belirgin bir şeyi açıklayayım: Darkstone 3D bir hack’n slash (Zaten görsellerden bunu şimdiye kadar fark etmişsinizdir). Daha az belirgin bir şeyi de açıklayayım: Darkstone, oynayana kabir azabı yaşatan cinsten bir 3D hack’n slash. Oyunda bazı noktalarda düşmanları ya da kırılıp dökülebilir eşyaları tıklamak gerçekten çok zor olabiliyor. Aynı şekilde kullandığınız büyülerin hedefini tutturması ya da ok kullanımı da oldukça yorucu. Belli ki Delphine Software International’ın gözünde oynanabilir değil de üçüncü boyutun efsunuymuş Darkstone’u mevzubahis tahta oturtacak olan. Karakterleri mouse ile bile yönlendirmek bu kadar zorken oyunun PS1 versiyonunda (evet, tür olarak konsola uyumsuz pek çok oyun gibi Darkstone’un da PS1 versiyonu vardı) vuku bulan kabus anlarını kafamda canlandıramıyorum.
Oyunun en büyük albenisi ise bugün için çok rutin bir işi, co-play mekanizmasını hack’n slash’a yedirme çabasıydı ki açıkçası Darkstone’u bu noktada biraz takdir ediyorum. Darkstone’da tüm macera aynı anda iki karakter yönetilerek oynanabildiği gibi co-op da takılmak mümkündü. 1999’da elbette multiplayer algımız vardı, ancak multiplayer seçeneğini hiçbir action-RPG oyunu bu kadar net bir şekilde oyunculara sunmamıştı. Tabii bu mekanizma ne kadar işliyordu, tartışılır.
Muhtemelen Delphine Software International aslında oyun dünyasında çığır açmayı falan planlamıyor, sadece oyuna kısmi bir grup-RPG’si havası vererek eski tüfek RPG’cileri de hedef kitlesine almaya çabalıyordu. Bu kurnazlıklar ne kadar işe yaradı bilinmez, ama şu bir gerçek ki bilmeden Darkstone modern co-op mekanizmalarına çok benzer bir işi seneler evvelden kotarmış oldu. Bunun dışında oyunun Diablo gibi cehenneme inen tek zindan üzerinden yürümemesi, açık yeşilliklerde ve farklı zindanlarda vakit geçirilmesi de renklilik katan öğelerdendi, ama tabii bu özellikler bugün için çok bir şey ifade etmediği gibi 1999 için de büyük atılımlar sayılmazdı.
Peki ben neden tarihin derin karanlığından Darkstone’u çekip çıkardım? Kronik retro-oyun hastalığıma ek olarak bugün Steam’de Darkstone’un 25 Eylül tarihi itibariyle satışa sunulduğunu gördüm ve bu yazıyı yazmak istedim. An itibariyle Darkstone’u yüzde elli indirimle 2,5 dolara satın alabilirsiniz.
Yıllar evvel bu oyunu alacağım diye babamın bana verdiği harçlığı acımadan CD’ye gömmüş, sonra da yaz sıcağında Kadıköy’den Kanlıca’ya kadar yürümüştüm. Oyun bir de eve varıp yüklediğimde benim bilgisayarın 4 MB’lık ekran kartımda çalışmamıştı. Bu da benden sizlere oyunla alakalı bir küçük anı olsun. Maksat vedayı hüzünlü yapalım!