Şimdi evveliyatla, yazıya dev bir itirafla başlayayım. Ben Instagram’ımı inanılmaz kete kullanıyorum. Takip ettiğim kişilerin tamamı Amerikan pop kültür dünyasının uçsuz bucaksız dağları ve bayırlarında koşturan insanlardan ibaret. Ve bu skala çok geniş. Kim Kardashian’a kadar düşüp, Smithsonian müzesine kadar uzanan bir takip listem var. Eş dosttan soran olursa, “pazar araştırması yapıyorum” diyorum, ama aslında alakası yok. Tamamen hepimizin içinde bulunan ve tabloid gazetelerin ayakta kalmasını sağlayan o pis dürtüyü ihya ediyorum.
Bu hazin itirafta bulunmamın bir sebebi var. Takip ettiğim kişilerden biri Jessica Chastain. Kim olduğunu biliyorsunuzdur, The Help, Hurt Locker, Zero Dark Thirty gibi filmlerin ödüllü aktrisi. Kendisi geçtiğimiz günlerde Star Wars ile ilgili bir resim paylaştı. Resim, filmin ana karakteri diye bir titr varsa, ona sahip olmaya en yaklaşan Rey’e ait. Altında da “En sevdiğim Jedi” yazıyor. Benim meramım, bu yazıyı yazma sebebim ise o beyana gelen bir yorum.
Kabaca çevireyim:
“BB-8 bir Jedi mı? Değilse bile, evet, o benim de favori yeni karakterim. Bayan Mary Sue ve onun plastik, tek boyutlu, kusursuz, aşırı-güçlü doğası ve filmdeki diğer tüm karakterleri aniden kendisine aşık edebilme özelliğinin ise pek hastası değilim.”
O hâlde esas konuya gelmeden önce, küçük bir ara daha verelim. Mary Sue nedir? Bu tabir, Star Trek hayran kurguları camiasında türemişti aslında yıllar önce. 1973’te, Paula Smith’in ana karakterin hep Akademi’den mezun olan en genç subay olarak esas karakterlerin dünyasına dahil olup, “sanattan zoolojiye, karateden bilek güreşine” kadar uzanan gerçek dışı kabiliyetleriyle günü kurtardığı, büyük üçlü (Spock, Kirk ve McCoy) ile bir ilişki yaşayıp; “eğer ölmek gibi bir zerafet gösterirse” de esas kadro tarafından yasının tutulduğu hayran kurgularıyla dalga geçen öyküsünün ana karakteriydi.[1] Sonradan evrildi, ve tüm kurgularda yazarın bir nevi şahsi tatmin için kendisini yansıtarak yazdığı, abartı ve suni bir havalılığa sahip, ucuz karakterlere verilen ad hâline geldi.
Şimdi kendisinin yorumunu seçip üzerinden konuşuyormuş gibi olacağım; ama derdim jedijones77 ve onun çok hüzün verici bir şekilde muhtemelen kendisiyle gurur duymasına sebep olacak laf sokması değil. Müsaadeniz varsa, bu yorumu biraz sembolik olarak alıp ilerleyecek bu yazı. Zira Rey’in bir Mary Sue olduğuna dair hiç de yaygın olmayan, ama benimsendiği kesimlerde çok yüksek sesle ve fanatikçe dile getirilen bir inanış var internette. Bu inanışa sahip olan insanlar da, zaten Mad Max: Fury Road’ı “feminist” bir film olduğu için boykot etmekten alıkoyamamışlardı kendilerini.
İlk önce parçalarına ayırıp başlayalım isterseniz meseleyi konuşmaya. İlk sormamız gereken soru şu: Rey bir Mary Sue mu? Tanımını yukarıda verdik, bulguları yan yana getirelim bir. Rey’in onu benzersiz kılan “Akademi’nin en genç mezunu” tipi bir arka planı var mı? Yok. Rey filme olabildiğince sıradan bir karakter olarak başlıyor; ki Star Wars filmlerinin ana karakterlerinde var olan bir motif bu. Aynı Luke ve sonrasındaki Anakin gibi, dışarıdan Rey bir çöl gezegeninde kendi hâlinde hayatta kalmaya çalışan, dış dünyanın dikkatini çekmeyen, sıradan bir genç. Hayatı, –yine aynı Luke ve Anakin gibi– büyük olayların kesişim noktasına giriyor, ve bunun ertesinde sınırlarını test etmesini gerektiren bir mücadeleye çekiliyor.
O hâlde ikinci noktaya geçelim. Rey’in gerçek dışılıktan uzak bir kabiliyet skalası var mı? Yani, elbette Force’u saymazsak, hayır. Rey’in filmde varlığına dikkat çekildiği üç meziyeti var: Yakın dövüş silahları kullanabilmek, pilotluk ve sonradan “unlock” edilen bir Force eğilimi. Bunlar tüm Star Wars karakterlerinde olan şeyler zaten. Bugüne kadar Episode III esnasında bolca mızmızlanan Obi-Wan ve eline kontrol çubuğu almamış olan Leia haricinde hiçbir Star Wars ana karakteri kötü bir pilot olmadı zaten. E Luke’un Güç kullanarak Death Star’ı patlatması, Anakin’in de pod yarışını kazanıp uzay istasyonunu havaya uçurmasından çok da farksız değil Rey’in bir anda Force’a dev hâkim olup Kylo Ren’i yenmesi. Bununla ilgili mevcut yapılabilecek en büyük eleştiri –ki biz de yaptık zaten-, bunun Kylo Ren’i sonradan ciddiye almayı zorlaştırması. Bu da onu yenenin Rey olmasıyla ilgili bir şey değil zaten. Bir kere yendiğin bir kötü adam, bir daha izleyiciyi korkutamaz. Gücünü ciddiye alamaz kimse yani. Bu kadar basit.
Peki üçüncü noktaya geçelim o hâlde. Rey bir Mary Sue gibi, esas karakterlerin dünyasına dahil olup, yazarını tatmin eder bir şekilde ilişkiye giriyor mu? Hayır. Rey’in filmde tek bir romantik ilişkisi yok. Han Solo ile aynı Luke ile Obi-Wan’ın girdiği şekil bir ilişkiye giriyorlar. Finn ile aralarında bir kıvılcımlanma oluyor gibi; ama bir yere varmıyor. Zaten genel olarak Force Awakens‘ın aşka ayıracak pek vakti yok. Han ve Leia’yı saymazsak, filmdeki en büyük ve ihtişamlı aşk hikayesi Poe ile BB-8 arasında herhalde. Ters düşünüp, “J.J. Abrams kendisini dahil etmiş hikayeye, Han’ın öğrencisi olmak istemiş” desek, o da pek bir yere varmıyor. Zira zaten Abrams’ın böyle şeylerden önce, birebir A New Hope’u çekmek istediği dağa taşa aşikar bir durum.
O hâlde dayanağı ne bu lafın? Şu: Bir kadının günü kurtaran karakter olarak konumlandırılması, bir kesime pozitif ayrımcılık gibi geliyor. Sanki biri, kadın cinsiyetine “sadaka” veriyormuş, ya da belki de kadınları “kayırıyormuş”, bu da adil değilmiş gibi bir fikrin ince gülü bu yaklaşım. Birincisi, bu fikre sahip olmak için öncelikle pozitif ayrımcılığa karşı bir tavır takınmak gerekiyor zaten. İkincisi de, sadece günü erkeklerin kurtardığı statükonun bozulmasından aktif ve açık bir şekilde rahatsız olmak gerekiyor. Ve bu iki altın golü attıysanız, o zaman da başlığa dönmeniz; yani hayatınızda ciddi anlamda bir şeyleri sorgulamanız gerekiyor.
Rey bir karakter. Eksik yazılması, senaryosal sıkıntılara sahip olması ayrı tartışılır. Vardır da elbet, zaten biz de enine boyuna gömdük filmin çeşitli yerlerine. Ama sadece kadın olmak ve aynı zamanda da kenar süsü olmamak gibi iki özelliğe sahip olduğu için artık internetin kolektif dilinde Illuminati kıvamında bir şey hâline gelmiş “feministler” tarafından iteklendiğini, ne bileyim, onlardan korkulduğu için yaratılmış olduğunu düşünmek o kadar hastalıklı ve garip ki. Bunu artık “eskiden yalnız ve dışlanmış olanlar, popüler kültür dertleri ve çeşitlilikleriyle kendi alanlarını işgal edince savunmaya geçtiler” diye izah etmek de mümkün değil. Evet, bu o fikrin çok temelinde olan bir sıkıntı. Zaten yorumdaki “herkesin onu hemen sevmesi” kısmı da ona göndermede bulunuyor. “Onlar”, yani “kadınlar”, bu çeper dünyaya gelip, ellerini kollarını sallayıp istediklerini istedikleri zaman alıyorlar gibi hissediyor bir zümre. Ve bu haksızlık. Çünkü evet, gerçekten de “kadınlar” diye bir örgüt var, onlar geldiler, insan gibi yazılmayı, resmedilmeyi isteme cüretinde bulundular. Sırf kadın oldukları için de bu onlara “verildi“. Ne cüret? Ne haksızlık bu?
Kanada Başbakan’ına “kabineniz neden %50 kadın?” dediklerinde verdiği cevaba dönmek istiyorum yüce müsaadenizle: E sene 2015 ulan. Şu dertlere sahipseniz, hayatınızda bu gerçekten bir problemse bir durun. Artık kadınların varlığını tartışmak gibi gafletlere düşmeyin. Varlar işte. Daha çok da olmak istiyorlar. Buzdolaplarından çıkmak istiyorlar. Çıkıyorlar. Çıksınlar bir zahmet. Her çıktıklarında da “Mary Sue” deyip, “feminaziler yakmış filmi, ah canım Tom Hardy eziliyor” diye çıkış yapıp da kendinizi yormayın. Dün Sherlock’un baya kör göze parmak bölümünde söylendiği gibi; bu savaşı kazanacaklar zaten. Çünkü onlar haklı, biz de haksızız son beş yüz senedir…