Pink Floyd’un politik ve felsefi altyapısının mimarı 74 yaşındaki Roger Waters, Is This the Life We Really Want? isimli 2017 albümünü 2 Haziran itibari ile piyasaya sürdü. Biz de Roger/PF severler olarak bu mutlu günümüzde olabilecek en kritik ancak aynı zamanda en bağışlayıcı kulaklarla albümü dinlemeye koyulduk. Kişisel olarak albüme karşı karışık duygular içerisinde olduğumu söylemek yanlış olmaz. Nasıl mı? Açıklamaya çalışayım:
Roca (onu benim kadar tanıyınca siz de Roca diyebilirsiniz) adet olduğu üzere albümün 3 adet şarkısını periyodik aralıklarla single olarak yayınladı. İlk yayınladığı single’ı Smell the Roses şarkısı albüm hakkında birkaç ipucu vermişti aslında. Şarkı bana “bak hani o eskiden Pink Floyd’u dinlerken bir sürü hoşuna giden numara vardı ya, işte onlar hep benim. Ben yaptım onları!” diyordu. Ancak ben ona “Biliyorum Roca! Hep biliyordum. Aslansın sen, kaplansın” demedim. Çünkü tüm bu benzerliklerin tıpkı Roca’nın Amused to Death isimli efsane albümünde de olduğu gibi küçük birer yad etme olduklarını düşünüyordum.
Üstelik Roca efsanesinde sadece müziksel altyapıya bakılmazdı. Sözleri ve genel konsepti de göz önünde bulundurmalıydım. Sözler her zamanki gibi politik, her zamankindense daha az şiirseldi. Kendi kendime “yaşlandıkça laf oyunlarını bıraktın, söylemek istediklerini direk söylüyorsun galiba. Bravo Roca dünyanın sana ihtiyacı var!” dedim. Bütün bunların yanı sıra kim bilir nasıl bir konseptle karşılaşacaktık? Gerçi albümün ismi ve albüm kapağının The Wall’a benzeyişi epey bir ipucu veriyordu ama ben kitapları kapaklarıyla yargılamamam gerektiğini öğrenmiştim.
Bir süre sonra Deja Vu isimli single piyasaya çıktı. İşte dedim Amused to Death’in What God Wants’ı gibi, Roca’nın takıntılı olduğu konulardan biri. Üstelik bu sefer direk birinci tekil şahısla konuşarak “Ben tanrı olsaydım, daha iyi bir iş çıkarırdım” diyor. Yumuşak, akustik ve bol efektli harika bir melodi. İlk single’ından da güzel. Şarkının bir yerinde Electronic Eyes diyor ve arkadaki melodi birdenbire The Final Cut tınısı oluveriyordu. The Final Cut‘ı kim sevmez di ki? Yad etmenin böylesi!
Son single’ı The Last Refugee tıpkı Radio Kaos’da olduğu gibi atonal röportajlardan melodik bir altyapıya yumuşak bir geçiş yapıyordu. Roca ile Türkiye’ye de gelen The Wall turlarından oluşan filminin yönetmeni Sean Evans‘ın klibindeki sahile vurmuş bez bebek görüntüsü, Roca’nın yakarışı ile birleşince bizi üzmeye, sorgulamaya ve ülkemizin de dahil olduğu yıkım bazlı uluslararası politikaların, insan hayatını ne denli kıymetsizleştirdiğini anlamaya itiyordu.
Ve sonra albümün kendisi çıktı. Tam 12 şarkı. Çıktığı gece yarısı dinlemeye koyuldum. Dijital platformlardan dinlediğimle yetinmedim, deliler gibi CD’den ve Plaktan ayrı ayrı dinledim. Arada çıkardığı fena olmayan operayı saymazsak, 25 sene sonra yeni bir solo albüm çıkartmış Roca, bunu hak ediyordu. Albümü dinledikçe şarkıları öğrenmeye başladım.
İtiraf etmek gerekirse albümün müzikal alt yapısından çok büyük keyif almadım. Birbirini tekrar eden melodiler, iniş ve çıkışları olmayan şarkılarla birleşince, hep aynı şarkıyı dinliyormuş hissi yaratıyordu bende. Aklıma zaman zaman The Final Cut, çoğu zaman Animals, yer yer The Wall, az biraz da Wish You Were Here gelip durdu albüm boyunca. Daha ilk single çıktığında yüksek sesle söylemekten geri durduğum ancak düşünmekten de kendimi alamadığım Roca’nın “bak hani o eskiden Pink Floyd’u dinlerken bir sürü hoşuna giden numara vardı ya, işte onlar hep benim. Ben yaptım onları!” dürtüsünün benim bir sanrım olmadığını anladım.
Roca daha önceki solo albümlerinde -artık David Gilmour’dan sonra en az onun kadar iyisini aramaktan mıdır bilinmez- Eric Clapton ve Jeff Beck gibi üstadlarla çalışmış ve tıpkı Pink Floyd’daki gibi gitar tınılarından asla ödün vermediği bir solo kariyeri çizmişti. Bu albümünde gitar solosuna pek az yer vermiş.
Roca bu albümde, daha önce Radiohead gibi müzikte çığır açan bir grupla da iş yapmış olan prodüktör Nigel Godrich ile birlikte çalıştı. Roca’nın bir röportajında söylediği, özetle “Nigel’in harika bir vizyonu vardı ve ben ona çok güveniyordum. Ancak daha önce yaptığım her çalışmada her işe karışma eğiliminde olduğumdan bu albümde kendimi onun işine karışmamaya zorladım ve sanırım başardım” ana fikrinden yola çıkarak, Roca’nın bu gitarsız tarzının Nigel’in “yeni müzik böyle aga” önermesinden kaynaklandığını düşünmek mümkün.
Daha önce dediğim gibi, söz konusu Roca ve/veya Pink Floyd ise müzikal alt yapı elbette madalyonun bir yarısıdır. Diğer yarısı ise albümün neyi anlattığıdır. Albüm; isminden hepimizin şıp diye anladığı üzere, içinde bulunduğumuz yaşamı gerçekten isteyip istemediğimizi net bir dille sorguluyor. Dil o kadar net ki özellikle “Broken Bones/Kırık Kemikler” isimli şarkının sözlerinden bir şey anlamamak için gerçekten özel bir çaba göstermek gerekiyor:
“Bazen gece gökyüzüne bakarım,
Yıldızların milyarlarca ışık yılı uzakta olduğunu görürüm
Ve bu kendimi duvardaki bir böcek kadar küçük hissettirir…
Kimin umurundaki zaten?
2. Dünya Savaşı bittiğinde
Asla eskisi gibi olamayacak sanmıştık
Onların kırık kemiklerinden
Özgürlüğü tercih edebilirdik
Ancak biz bolluğa uymayı seçtik
Amerikan Rüyasını seçtik
Ve ahh Özgürlük hanım
Seni nasıl da terk ettik
Shreveport’da doğmuş olabilir.
Ya da Tahran da doğmuştur
Nerede doğmuş olduğunun bir önemi yok
Küçük bebeklerin bize bir zararı yok
Bizi küçümsemeyi,
Evlerimizi yerle bir etmeyi,
Savaşlarının özgürlük için olduğuna inanmayı
Tanrılarının onları güvende tutacağını öğrenmeliler
Saati geri alamayız
Zamanda geri gidemeyiz
Ama şöyle diyebiliriz
Siktir git!
Saçmalıklarını ve yalanlarını
Dinlemeyeceğiz”
Single’lar ve Broken Bones şarkısının yanı sıra özellikle üzerinde durmam gereken bir parça daha var: Is This The Life We Really Want. Bahsettiği şeyler arasında neler yok ki? Savaş politikaları, korku yönetimi, demokrasinin yine demokratik seçimlerle yerle bir edilmesi, savaşta telef olan ve haklarını elde etmeye çalışan mülteciler, hakları için yürüyen öğrenciler, içeri atılan gazeteciler ve çağımızın genel sorunu “akılsız liderler”… Söylemem lazım şarkının hem sözlerindeki hem de müziklerindeki korku ve kaygıyı iliklerime kadar hissettim!
Bunları dışında romantik tınısıyla Wait For Her, sorduğu sorularla sorgulatan mini-Animals şarkısı Bird in a Gale liste halindeki şarkı sözleri ile Eclipse-vari A Part of Me Died şarkıları bütünü oluşturan hoş geçişler olarak beynime kazındı.
Farkındaysanız bu albümden bahsederken bir sürü eski Pink Floyd albümünden de bahsedip duruyorum. Çünkü Roca, eski yapıtlarının üzerine pek fazla bir şey koymamış. Kendini tekrar etmiş, üstelik sözleri açısından da eski şiirselliğini kaybetmiş. Ama yine de esas istediğimiz hayatı net bir şekilde haykırdığı için hızlı tüketim çağında, ortak kaygılarımızı beynimize bir çırpıda sokması açısından, önemli bir yere sahip olacak, efsane olmaktan uzak, kayıtsız kalmayacağımız bir albüm yapmış sevgili Roca. Bana nerede o Amused to Death, hani nerede o eski Pink Floyd’lar dedirtse de Roca’nın hayatımızda iyi ki var olduğunu haykırmaktan da geri duramıyorum. İşte bütün bunların birleşimi yüzünden albüme karşı olan hislerim Roca’nın şarkı sözleri kadar net değil. Karışık!
Sizin hisleriniz nasıl?