Bu yazıda Syk Pike ve Worst Person In The World arasındaki tematik benzerlikleri daha farklı bir konu üzerinden ele almayı ve İskandinav filmlerini birbiriyle kıyaslamak veya coğrafya üzerinden filmleri yorumlamaya çalışmak yerine, odak noktasına her iki filmdeki kadın karakterleri ve bu karakterlerin partnerleriyle olan ilişkilerindeki “görünürlüklerini” almak istedim.
İki filmi de yakın aralıklarla izledim -pek çoğumuz gibi- ve filmler arasında ortak özellik olarak gözüme çarpan şey kötülük olmadı. Worst Person In The World’de Julie’nin Aksel’i terk ettiği sahnedeki sevincini ve özgürleşme hissini düşündüm. Julie, âşık olduğu için bütün caddenin akışı durmuş, zaman yavaşlamış ve her şey onun sevgilisinin kollarına koşmasını beklemişti. Bu sahne aşk üzerine ve kalbimizin atmasına neden olan şeylerin peşinden gitmek üzerine yorumlanabilir ancak ben izlerken daha farklı bir şey hissetmiştim. Aksel’i terk ederken onunla olan bütün yaşanmışlıkları, anıları ve hatta ortak olarak paylaştıkları evi geride bırakırken, tüm prologlar boyunca gördüğümüz ve ardından bıraktığı diğer şeylerden -okumaktan vazgeçtiği tıp ve psikoloji bölümleri gibi- çok da ayrılmayan bir nokta: Kendi gibi hissetmediği ve bir kalıba sokulmaya çalışıldığı yerleri terk etme hâli.
Julie, Aksel’le olan ilişkisinde her zaman “ondan daha genç bir kadın olan”, Aksel’e göre hayatını düzenlemesi, arkadaşlarıyla takıldığı sahnede de görebileceğimiz gibi -belki ona bir çocuk vermesi gereken ve bunu göz önünde bulundurması beklenen- Aksel’in sanatının gölgesinde kalan biri. Aksel’in hayatının gölgesinde kalan ve artık görülmeyen biri.
Bunu ayrılık kararında da ayrılık anında da görebiliriz. Aksel ne hissettiğini ya da aralarındaki sevginin bitişini değil, geleceği ve diğer bütün maddi şeyleri düşündü. İnsanların ne diyeceklerini düşünmesi, Julie’nin her zaman yanında durması ve onu desteklemesi gerektiğini düşünmesi gibi, evin kimde kalacağı, bütün anıların ne olacağı, hayatlarının bundan sonraki kısmında ne yapacaklarını düşündü. Tüm soruların cevabı Julie’de olmalıymış, Julie her zaman bir kaya gibi sağlam durmalıymış gibi. Sevginin yeniden inşa edilen bir şey olduğunu unuttu Aksel, Julie’yi çizgi romanındaki bir karakter gibi gördü, kalemin onun elinde olduğu ve kaderine kendisinin karar verdiği biri gibi. Julie’nin onu terk etmeyeceğini çünkü bunun, onca yılın ardından -beraber paylaşılan bir evle birlikte maddi yükümlülüklerin de beraberinde- pek çok şeyi zora sokacak, onları konfor alanından çıkaracak bir karar olduğunu düşünüyordu. Julie’ye son kez sordu: Emin misin? Ve Julie koşmayı ve bir zamanlar evi olan yeri ve insanı geride bırakmayı seçti. Çünkü tam karşısında durmak ve gözlerinin içine bakmak isteyen biri vardı. Çünkü onu gören ve bir başka sanat eserinin değil, onun yüzünün kıvrımlarında kaybolmayı seçen biri vardı. Julie, bir başkasının uzantısı olarak değil, kendi olarak var olduğu bir ihtimali ve ilişkiyi seçti.
Tam olarak benzer bir yerden olmasa da Syk Pike izlerken de benzer bir duyguyu hissettim. İkili arasındaki romantik ilişkilenmede yine -tesadüfe bakın ki- bir sanatçı olan ve beraber olduğu kadını kendi sanatının bir parçası olarak gören -hırsızlık yapmasına yardım etmesini istemesi, ortak olarak kullandığı alanda kendi yüzünün gözükeceği bir çekim yapmasına izin vermemesi, yüzünü görmek ve ona bakmak arasında gidip geldiği tüm o anlar- Thomas’ın narsistik bir çizgide devam ederken Signe’yi görmeyi reddetmesiyle örtüşüyor.
En sonunda Signe, görülmek için fazla ileriye gidiyor ve bunun bir çeşit ilgi deliliği gibi görüldüğünü, sağlıklı bir durum olmadığını düşünüyoruz. Hikâyenin açılış anında, çaldığı şampanya hikâyesinden kendisine pay çıkartılmasını isteyen Signe’den, davette yalandan yere bayılan Signe’ye kadar pek çok anda onun da tıpkı partneri gibi anormal yollardan ilgi hırsızlığı yapmaya çalıştığına şâhit oluyoruz.
İkili ayrıca sadece kendi aralarında değil, arkadaşları arasında da bu şekilde yer alıyor ve arkadaşlarının da bıktığı bir şekilde sadece kendileri hakkında konuşabilen ve birbirlerinin yüzlerine bakmaya bile tahammül edemeyen insanlar olduklarını görüyoruz. Signe, hikâye boyunca görüldüğü, adının duyulduğu; insanların yüzüne baktığı, hikâyesini dinlediği çeşitli anları hayal ediyor. Bu hayaller, filmin başlarında yer alan üstünün kanla kaplandığı sahneden kendi cenazesini hayal ettiği sahneye, cildinde kalıcı hasarlar bırakacağını bildiği ilacı düzenli olarak kullandığı sahnelere kadar devam ediyor.
Signe, görülmek istiyor. Bunu terapi grubundaki konuşmalardan, kurduğu kitap yazma hayallerinden, kendini bir kahraman gibi lanse etmeye çalıştığı gazete haberinden de biliyoruz. Ancak Signe için bu görülmenin en önemli kısmını, sevgilisi üzerinden tanımlanmak ve sevgilisinin onu görmesi kısımları oluşturuyor. Signe terapide sevgilisini anlatırken de kanlar içerisindeyken de cildi o hâle gelmişken de sevgilisinin kameradan onu çekmesini, onun yüzüne bakmasını istiyor. Ardından o fotoğraflarla tüm dünyaya duyuracak derdini ama önce Thomas’ın onu görmesi gerekiyor. Hastanede odasında herkesin ziyaretine gelmesini istiyor ama öncelikli olarak Thomas’ı bekliyor. Thomas ise ona kendi dergi haberini gösteriyor, Signe’nin arkadaşları geldiği sırada Signe’nin Thomas’ın dergideki yüzünü kapattığını ve tüm bakışların onun yüzünde toplanmasını istediğini görüyoruz.
Thomas içinse Signe’nin yüzünün hâli ya da çektiği acılar bir şeyi fark ettirmez gibi. En başından beri Signe’nin görünürlüğüne ve tartışmalı modellik kariyerine çektiği dikkat üzerinden bakıyor. Röportajı sırasında kendi sanat eserlerinin ve evinin kullanılmasından rahatsız oluyor, Signe’nin gerçekte ne hissettiği ya da nerede durduğuyla bile bir başkasının bakmadığı anlarda -otobüsteki onları izleyen kadın sahnesi- ilgilenmiyor. Signe’yle ilgilendiği anlar da credit toplamak ve övgü almak için orada bulunmasıyla ilgili, yine kendisiyle ve toplumun ona olan bakışında düğümleniyor ilişkileri. Signe içinse kendi varlığı Thomas’ın ve dünyanın kalanının onu nasıl gördüğüyle anlam kazanıyor. İkili, film boyunca ilgiyi toplamak için sadece dünyanın geri kalanıyla değil, birbirleriyle de yarışıyor. Bu dikkat çekme yarışı ikisinin de hikâyesinin sonundaki mahvoluşun başlangıcı oluyor.
Signe’nin bedenine zarar vermesi ama özellikle en görülür yerinde, yani yüzünde yaralar açması gerçekten de sempati toplamasına, insanların dönüp ona bakmasına neden oluyor. Signe’yi modellik kariyerinde ilerlerken ve bu “kusuru” faydalı bir şekilde kullanabilirken görüyoruz ancak ne zaman yan etkiler sadece yüzünü değil, bacaklarını, sesini ve vücudunun diğer kısımlarını da etkilemeye başlıyor, Signe yavaş yavaş irtifa kaybediyor ve en sonundaki düşüş anına yaklaşıyor.
Thomas için hırsızlık yapıldığının belgelenmesi ve yüzünün -sanatının- takdir görmesi aynı zamanda sonun başlangıcını hazırlıyor. Signe içinse bu durum insanların yüzüne ilgi gösterdiğini fark etmesiyle beraber daha çok ilaç alması ve işleri geri dönülemez noktaya getirmesiyle başlıyor. Signe ilk kez burada görülüğünü hissediyor.
Filmin en vurucu anı Signe ve Thomas sevişirken, Signe’nin cenazesini ve o cenazeye gelen insanları Thomas’ın anlatmasını istediği sahne. Çünkü Signe, ilk kez orada -ironik bir şekilde yüzü gözükmez ve sargılar içindeyken- Thomas tarafından görüldüğünü hissediyor. Hayatının bir anlamı olduğunu, insanların onu hatırlayacağını ve cenazesinde üzüleceğini hayal ediyor. Bu da Signe’yi en başından beri yaşadığı boşluğun aşıldığı ve keyif aldığı bir huzur anına götürüyor. Signe, ikinci terapi tecrübesinde artık Thomas’tan ibaret olmadığını ve yüzünü kendisinin kılması gerektiğini bildiği ana dek, film boyunca -modellik yaptığı anı saymazsak- ilk kez burada mutlu oluyor. Filmin tartışmaya açık sonundaki huzurlu anı saymazsak huzuru ve keyfi deneyimlediği tek an da burası.
Her iki anlatıda da kadınların silikleşen hayat hikâyelerinde ve bedenlerinde ortak olan pek çok öge var. Her iki kadının bir kafede çalışması, hizmet sektöründe yer alması ve aslında pek çok insanın hayatına dokunması ancak gündelik hayatta yanından geçilen herhangi biri olması. Aksel ve Thomas’ın sanatçı kimliklerinin yanında onların hayatlarının ve başarılarının daha az görünür olması. Signe’ye herkesin neden hırssız olduğunu, neden sanatçı olmadığını sorması, Julie’yla sergide kimsenin ilgilenmeyişi, Signe’nin ilgi çekmek için yapması gerekenler ve Thomas’ın kız kardeşi sanılması gibi.
En sonunda Julie, kendisini ait hissetmediği bu hayatı terk ediyor, Signe ise hiçbir zaman kendisine ait olmayan bir evin, evin içindeki eşyaların ve hayatın tek tek ellerinden kayıp gidişine canlı bir şâhit olmayı seçiyor. Julie evi terk ederken Signe yıkıntıları içerisinde evde kalmaya, evle birlikte bu çöküşün bir parçası olmayı ve hâlâ bir şeyleri geri döndürmeyi umuyor. Finalde en sonunda terapiye katıldığı ve hayatının iplerini eline aldığı bir kesit de görüyoruz ancak bu kesit benim için beklediğim yüzleşme anı olmaktan çok uzak.
Her iki filmin de feminist bir perspektifle çekilmekten uzak noktalarda olduklarını düşünüyorum. Filmleri sadece görülme ve heteroseksüel ilişkilerdeki kadın-erkek ilişkisi üzerinden okumanın da eksik bir okuma olacağını düşünüyorum. Syk Pike için özellikle güzellik algısı, politik doğruculuk ve mizah unsurlarının da göz önünde bulundurulması gerek. Benzer şekilde Worst Person In The World için de aşk ve tutku üzerine pek çok şey söylemek ve filmleri farklı perspektiflerden değerlendirmek mümkün. Bu yazıyı sadece filmleri kadınların romantik ilişkiler içerisindeki konumlandırılışı bakımından değerlendirmek ve her iki film arasındaki benzerlikleri derleyen onlarca yazıya bir de bu bakış açısıyla bir yenisini eklemek istediğim için yazdım.
Sizin de bu iki film hakkında ne düşündüğünüzü ve izlerken karakterler arasındaki hiyerarşiyi ve duygusal bağı nasıl değerlendirdiğinizi merak ediyorum. Yorumlarda buluşalım.
Yazan: Bahriye Şevval Gülteki