Bir soruyla başlamak istiyorum. Çünkü soruların ilerletici gücüne inanıyorum. Siz inanır mısınız? Öyleyse polisiye kurgularda dedektifleri neden severiz? Çok orijinal bir soru değil bu, farkındayım. Soruyla muhatap olan ilk cevap, zeki olmaları. Zeka bir süper güç olarak yapamayacağımız şeyleri yapmak demektir. Ve değerli görülmek isteyen varlıklarız, havalı olmayı sevmemiz suç değil. İkinci cevap buydu. Üçüncü cevap bariz, adalet getirmeleri. Adalet, nadir bir bitki gibi ekildiği toprağa hemen tutunmaz ve sürekli hastalanır. Onun yorulmadan ellerimize teslim edileceğini bilmek rahatlatıcı olurdu.

Son cevabımsa kişisel yerden de nemalanıyor; soruların peşinden koşarak gizlide kalanı açığa çıkartmaları. Dedektifler soruya hakkını veren bir meslek grubu olarak filozoflarla eşleşiyor benim kafamda. Evet, birisi çok daha soyut alanda gözlemci, birisi suça yönelik somut kanıtlarla uğraşıyor. Ancak yine de temellerinde düşünceyi tespit etmek, soru işaretleriyle bilinmezliğe gitme cesaretlerini görmek yetiyor bana. Siz ikna olmadıysanız işim ne, gelin teorimi detaylandırayım. Yalnız olaya geeklik katarak yapayım bunu, size dedektif ruhlu anti kahraman Rorschach, kibir timsali Ozymandias ve filozofların atası Socrates’le bir yolculuk vaadindeyim. Tabii bir noktada gözünüzün önünde Watchmen spoilerları patlayabilir, dikkatli ilerleyiniz.

Felsefe düşünme zanaatı, ‘fikretme’ meselesi. Dedektif de bu fikretme eylemiyle doludur. Tıpkı fırsat bulduğu her an toplumun çürümüşlüğünden şikayet eden Rorschach gibi. Ve gizli olana ilk sataşan sorulardır. Soru dedektifin de filozofun da başvurduğu ilk silahtır.

Peki öyleyse, yine soruyla ilerleyelim: Rorschach kimdi? Bunun için 1967’ye uğramalıyız. Çizginin romana yolculuğunda dümendeki ilk kaptanlardan olan Steve Ditko, Chartlon Comics adlı yayıncılık şirketi için 1967’de, donuk ifadeli demir maskeli bir karakter yaratır. Rex Graine gazetecidir, ne dedektifliğe ne süper kahramanlık işine yabancı bir meslek bilirsiniz. Daily Crusader’da çalışır. Adına Mr. A der. Objektivizmin savunucusu Ayn Rand’dan ilham aldığından belki. Boşuna felsefeden dem vurmadım, yazarı bereketli olunca felsefi sistemleri benimseyen karakterler kaçınılmaz.

Objektivizm görüşü Mr. A’ya gerçekliğin asla gri olmayacağı, insanın siyah veya beyazda karar kılma zorundalığı olduğu görüşünü katmıştı. Bir de bir şeyler yapmasını bekleyeceğiniz kişi ancak kendinizsiniz diyordu. Tam da süper kahramanların olayı değil mi?

Bir süre sonra yine Steve Ditko, Comic Code Authority’nin yayınladığı kurallara bağlı kalmak için daha yumuşak bir Mr. A’da karar kılar. Question’ı yaratır. Question kendini ararken benimsemiştir korkunç bulduğu soru olma kaderini. Filozofluğa daha ilk dakikalarından meyilli birisi yani. Sahte kimliği Vic Sage ise Hub City’de çalışan çetin ceviz bir diğer gazetecidir. Araştırdığı bir olayda tuhaf maskelerle tanışır ve sonucunda taktığında yüzsüz gözükmesini sağlayan pseudoderm maskesini benimser. Olay yerinden ayrılırken bir kart bırakması, suçlulara karşı tavizsiz olması tanıdık gelecektir.

Alan Moore işte bu iki karakteri alır, koyu tonu arttırarak çizgi romanlara özel nükleer bir sıvıda kaynaştırır. Dave Gibbons’la birlikte yayınladıkları 12 sayılık çizgi roman serisinde, Rorschach Watchmen için yaratıldığında, yine bir pseudoderm maskesi ve bir karttan oluşan sembolleriyle görülür. Tüm dedektif kahramanlarımızın giyimi aynıdır üstelik: Sorgulamaya dayalı yaşam tarzlarını belirginleştiren şapka ve pardösü. Kısaca aydınlıktan kaçmayı sağlayan şeyler.

Filozoflar gibi biz de soruları bırakmıyoruz. Watchmen’de de kurulu üç soru fazı görüyorum.

İlk soru şu: Gerçekten birilerinin, çoğunluğun iyiliği için kötü adam olma kaderini yüklenmesi mi gerek?

İlk soruyu başlatan Adrian Veidt namıdiğer Ozymandias’tı. Veidt’in mahlas olarak benimsediği Ozymandias, Mısır firavunu II. Ramses’in Yunanlılarca verilen adıydı aslında. Antik Mısır’da, altmış yıla varan hükümdarlığında kazandığı zaferler ve inşa ettirdiği şehirlerle çölün efendisiydi o. Kralların kralıyım derdi bir zamanlar. Bizse onu şimdilerde, Percy Bysshe Shelley’nin ünlü Ozymandias şiiriyle anıyoruz. Daimi toz ve heybetli yıkıntıların aczini aktaran satırlarda düşünüyoruz, yaşamın bir anlamı var mı diye?

Bu ikinci soru, hem bu iki ölümsüz eserin hem de felsefenin bize yönelttiği bir soru. Elbette, Alan Moore’un planladığı gibi.

Watchmen ekibi tam kurulamadan dağıldığında, Veidt ve Rorschach ters istikametleri seçmişti. Oysa biri bulutların üstünde biri sokakların altında yaşasalar dahi özlerinde aynılardı. Sonsuz küçümseme duygusu içlerinde kaynıyordu. Sadece tek bir farkla, birisi soruların birisi cevapların adamıydı.

Rorschach doğduğundan beri şehrinden tiksinirdi. Tavizsiz, şiddetli, suçlulara cezasını kendi elleriyle vermeyi seçen bir anti kahramandı. Örneğin 11 Ekim’de bir anomali fark etti ve şüphelendi. Bir ton gücünde bir adam, pencereden kim tarafından ve neden atılmıştı? Şüphesinin peşinden giderek mekana sızdı, kanıt aradı. Bulduğunda günlüğüne hızlıca bir not düştü: 11 Ekim 1985’te bir Comedian öldürüldü. Gülen yüze kan sıçrattı. Hoş, ölmeden önce de defalarca yapmıştı bunu. Sanki kötülere gidecek istikameti bulamadığı için iyiler arasında sıkışmış biriydi Edward Blake. Onun ölümünden ziyade nedeni önemliydi Rorschach için. Çünkü neden sorusu bir kere akıllarına takıldı mı filozofu da dedektifi de koyuvermez kendisinden.

Sırayla olaya yakın kişileri buldu, evlerine girip pusu kurdu ve eşyalarını didikledi. Kimliğini kazandığından beri çalışma tarzı buydu. Diğerleri havadan taklalar atarak inerken yeryüzüne, o ipuçlarını görebilmek amacıyla sessizce gölgelerde ilerlerdi. Üstelik soruların yakın mesafeden yöneltilmesi gerekiyordu.

Milattan önce Atina sokaklarında gezinen Socrates’te aynı yöntemi kullanırdı. Rorschach nasıl ‘yüzünü’ çıkarttığında, eline aldığı afişle sokaklardakileri dünyanın sonunun gelişiyle yüzleştirmeye çabalıyorsa; Socrates de Atina sakinlerine sorular yöneltmek için sokakları kullanırdı. Hayat hakkında sorduğu sorularla Socrates, eski tanrıları alaşağı etmiş, yerlerine ‘Daimon’u‘ yani iç sesimizi koymuştu. Kendi sorumluluğunuzu fark edin diyordu.

Socrates ‘Arete’yi’ yani erdemi ise bilgide görüyordu. Kişinin gerçek bilgiye eriştikçe kötülük yapamayacağını söylerdi. Bu günümüz için fazla iyi niyetli bir bakış açısı mı dersiniz? İlk başta bana öyle gelmişti, ne yalan söyleyeyim. Ancak düşündükçe çeliştim kendimle. Acaba Socrates’in kastettiği kötülükle yapılan acemi planların, sonucu kestirilemeyen yerlere gidecek olması mıydı? Çıkarları için atom bombası yapanlar, dünyayı soğuk savaşa sokacaklarını tahmin etmişler miydi mesela?  Savaşların yarattığı dengesizliğin yüzlerce yıl ödenecek bedellerini, ekonomik krizleri planlamışlar mıydı? Veidt yeterince uzak geleceği öngörmüş müydü? Adaşı Ozymandias gibi eksik mi kalmıştı yoksa?

Veidt ikinci soruyu çoktan cevaplamıştı. Dr. Manhattan’ınsa kafası karışıktı. Dr. Manhattan bilgileri çarpıştırmayı bilirdi, aceleye getirmedi kararını. Silk Spectre’ın çabasıyla ulaştığı yanıt, onu Veidt’in tuzağından kurtardı kurtarmasına ama kurulan yeni düzeni bozmamak uğruna da katletmekten çekinmedi.

2 Kasım 1985’te Rorschach öldürüldü. Ardında belirsizlik bıraktı.

Kimin tarafını tuttuğumuzdan bağımsız bir durum vardı ortada. Veidt’in planında insanları birleştiren şey gerçeğin tersine çevrilmiş gölgeleriydi. Onlara inandıkları sürece, Platon’un alegorisindeki tutsaklardan farkları olmayacaktı. Rorschach ise apaçık bir çabayla gerçeği bilme hakkını korumaya çalışmıştı. İnsanlara düşkün olmasa da ideallerine düşkündü. Ruhunun çekirdeğini ateşleyen bir inanç vardı: Gerçek taviz verilmeden ortaya çıkartılmalıydı.

Hep denir, Socrates hakkındaki ölüm kararından kurtulmak için çaba harcasaydı kurtulabilirdi. Ancak onun şuna benzer bir karşılık verdiği söylenir: ‘Gittiğim başka şehirlerde şimdiye kadar uyduğum kanunlardan kaçtığımı söylemezler mi? Eğer düşüncelerim için ölümü göze alamazsam, onların doğruluğunu nasıl savunabilirim?’

Ve Socrates kendini bir at sineği olarak tanımlardı. Önündeki sabitlikten başka bir şey görmek istemeyenleri rahatsız eden bir at sineği. Rorschach da dikensiz bir gül sayılmazdı. Soru sormaya cüret eden hiç kimsenin olmadığı gibi.

Milattan önce 399’da Socrates öldürüldü. Gerçekten taraf olmakta ısrarcı olduğu için idamından kaçmadı. Onun ölümünün kritik kararı bugün hala düşünce tarihine düşülen devasa bir dipnottur.

İster istemez Sokrates ve Ozymandias bana iki karşıt güç gibi gelir.

Ozymandias, inşa ettikleriyle gururluydu. Ancak unvanını dayandırdığı şahane duvarlar, yavaş yavaş çöle geri ufalanırken kimse durduramadı. Bir heykelde rastlanmadığı müddetçe ihtişamı, tarihin unutulmuş bir detayıydı.

Socrates ise sürüklendiği tarih akışında titrek bir kıvılcımdan başka neydi? Marifeti kendini taşlar yerine zamana dirençli düşünceler ve eylemler üzerinde taşımasıydı.

Dedektiflerden bahsediyorduk, tekrar edeyim: Bence filozoflar dedektiftir ve her dedektif de biraz filozof. Durmaksızın nedeni arayan ve gerçeğin uğruna ödeyeceği bedellerden kaçmayan. Peki başardım mı? Katılıyor musunuz bana yoksa bu konuda bambaşka fikirleriniz mi var? Yorumlara beklerim.

Author

Alternatif evreninde voleybolcu olamayan versiyon. Düşünce satıcısı, hikaye koleksiyoncusu. Ayrıca yanaklı birey. Bence dünyanın hayallere, hayallerin kelimelere ihtiyacı var.

2 Comments

  1. Şahane bir inceleme, kaleminize sağlık. Dikkat sürprizbozan! Ozymandias’ın insanlığı birleştirmek için yaratmaya çalıştığı canavarda Platon’a bir referans var mıdır? Platon da hayali bir düşmanın halkı birleştireceğini söylüyordu sanki.

    • Cansu Özbay Reply

      Teşekkürler! Platon’un öyle bir söylemini hatırlayamadım ama bilen varsa beni de aydınlatsın isterim.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.