Bütün denemelerim ölümle sonuçlandı. Hepsi. İnsanlara güvenmeyi tercih edince öldüm, insanlara güvenmemeyi tercih edince öldüm; avlanayım derken, göçebe takılayım derken, eşkıya olayım derken öldüm. Rust’ta her yolun sonu ölüm. Kaçışın yok. Öleceksin. Üstelik yanlış bir butona bastığın için değil. Quick Time Event’i kaçırdığın için değil. Koltukta oturan kendi şahsının yaptığı bir hata yüzünden öleceksin. Uzaktaki kurdu domuz zannettiğin için. Yanlış kişiye güvendiğin için. Gerekli hazırlıkları yapmadığın için. Öleceksin ve bu sadece senin hatan olacak.
Sadece Rust ve sen
Kaçıp gidiyorum anasını satayım. Tek başıma, yalnız bir sunucuya gidiyorum. Sadece hayatta kalmak istiyorum yahu. Çok mu fazla? Çok mu zor? Buluyorum kendime münasip bir sunucu, basıyorum “Katıl” tuşuna, yalnızlığın keyfini çıkarıyorum. Uygarlık bittiyse bir sebepten bitti herhalde. Bana mı kaldı tekrar diriltmek?
Görünürde kimse yok. Efendi gibi baltamı yapıyor, kaynakların tadını çıkartıyorum. Başında duran olmadığından rahatça eski yapılara girip çıkıyorum. Silahlar, barut, daha önce hiç görmediğim teknolojik eşyalar… Kazmam bile var artık. Rahatlamam gerek ama rahatlayamıyorum. Bir yandan yalnız olmanın getirdiği bir huzur var. Bir yandan da gardını düşürememenin getirdiği o rahatsızlık.
Üssümü eski bir binaya kuruyorum. Yatak bile atıyorum binaya. Kutularımı diziyorum, çantalarım var. Gayet sağlıklı bir ganimet yapıyorum kendime. Her şey yolunda gibi gözüküyor ama bu günceyi bugüne kadar takip ettiyseniz, hikâyenin nasıl sonlanacağını biliyorsunuz. Başka çözümü yok.
Rust’ta her yolun sonu ölüm
Yalnızlığımı bir adam bölüyor en sonunda. Nereden çıktığı belli değil. Merhaba diyor. Elinde silah var. Benim elimde de yayım var, ona doğrultulmuş vaziyette. Ben de merhaba diyorum. O an kafamın gerisinde bir karar mekanizması çalışıyor. Denklemlere değişkenler eklenip çıkartılıyor. Şimdi adamı öldürsem mi? Yoksa yine aynı yolu, iyi adam olmayı mı denesem. Tutamıyorum kendimi. “Bir şeye ihtiyacın var mı?” diye soruyorum adama. Adam “Taş lazım, var mı?” diyor. Hayır, diyorum ama isterse beraber aramaya çıkabiliriz. Gerek yok diyor, kulübesini kurup, aksi istikamete gidiyor. Okumu indiriyorum.
Adamla muhattap olmadan yukarıya çıkıyorum. Biraz odun topluyorum, biraz da taş. Silah yapma peşindeyim. Gördüğüm bir geyiğin peşinden koşup, yere yatırıyorum. İçinden tonla malzeme aldıktan sonra arkamı dönüyorum. Arkamda ne çıkacağını biliyorsunuz. Silahını doğrultmuş, bana bakan bir adam. Bir saniye her şey donuyor. O da hareket etmiyor, ben de etmiyorum. Sonra iki el ateş ediliyor.
“Çok hoş…” diyorum sohbet ekranından.
“Ne yapalım?” diyor o da, “Ya öldüreceksin, ya da öldürüleceksin“.
Rust’ı ne kadar da güzel özetliyor. Rust bu çünkü. Rust kisvesinde kurduğu gibi “Hayatta kalma” oyunu değil. Rust vahşet oyunu. Kan gövdeyi götürüyor anlamında değil, vahşi dünya anlamında vahşet. İngilizce tabiriyle “The Wild”. Kanunun olmadığı, kimsenin kimseye medeni davranmadığı, davranmak zorunda da olmadığı bir yer. Ya öldüreceksin, ya da öldürüleceksin. Başka bir çözümü yok. Bunu bu denli verebilen başka bir oyun da yok. Burası uygarlığın bittiği yer ve dürüst olmak gerekirse, senin hayatta kalma şansın yok.
Rust adasına hoş geldiniz. Sonunuz sadece ölüm olacak.