Geçtiğimiz günlerde, sinema belki de gördüğü en büyük oyunculardan, dünya da gördüğü en nefes kesici adamlardan birini kaybetti. Sir Christopher Lee. Bu lafı haybeye söylemiyorum. Niyetim mübalağa değil. Christopher Lee’nin 27 Mayıs 1922’de Londra’nın Westminster bölgesinde başlayan ve 7 Haziran 2015’te, oraya 5 kilometre uzaklıktaki Chelsea’de sonlanan hayatı kitapta görsek “gerçekçi değil” diye çiziktirip atacağımız türdendi belki de. Ama gerçekti. Yaşandı. Sir Christopher, doksan üç senelik hayatına, belki de on ömürlük hikaye, anı ve efsane biriktirdi.
Bu yazı, onun o muhteşem hayatına bir saygı duruşudur.
Lee, söylediğimiz gibi, 27 Mayıs 1922’de, Westminster, Londra’da dünyaya geldi. Babası Yarbay Geoffrey Trollope Lee’ydi. Geoffrey Lee, 60. Kraliyet Tüfek Birliğinde görev yapıyordu. Boer Savaşı ve 1. Dünya Savaşı’nda çarpışmıştı. Yarbay Lee, resimleri dönemin ileri gelen John Lavery ve Oswald Birley gibi sanatçıları tarafından yapılmış, hatta Clare Sheridan tarafından heykeli dökülmüş olan Kontesa Estelle Marie Carandini di Sarzano ile evlendi. Uzun isimli bu güzel kadının soyu, uzaktan da olsa Şarlman’a dayanıyordu ki, Christopher Lee doğumundan yetmiş sekiz sene sonra Frenklerin bu efsane kralı ve büyük büyük dedesi olan Şarlman hakkında bir metal albümü çıkartacaktı.
Estelle ve Geoffrey, Lee altı yaşındayken boandılar. Genç Christopher ve ablası Xandra, anneleriyle birlikte İsviçre’ye taşındılar. Lee sahneye ilk defa orada, çıkrıkçı kızı kandıran Rumpelstilskin olarak çıktı. Kısa bir süre sonra İngiltere’ye dönen Estelle, orada George St-Croix Rose ile evlendi. Rose, bir bankacıydı. Ian Fleming adında da bir yeğeni vardı. Fleming, sonraları James Bond adında çok popüler bir roman serisi yazacak, o roman serisi daha da popüler bir sinema serisine uyarlanacak, aktör Lee’de üvey kuzeninin yazdığı karakterlerden biri olan Francisco Scaramanga’yı canlandıracaktı. Bu, Lee’nin hayatındaki çok garip tesadüflerden sadece bir tanesiydi.
Christopher Lee’nin Yüzüklerin Efendisi’nde oynayan tüm kadro içerisinde J.R.R. Tolkien ile bizzat tanışmış tek isim olduğunu muhtemelen hepiniz biliyorsunuzdur. Fakat Lee’nin tüm ömrü, rollerinin yaşamını taklit ettiği bu tip anlarla dolu. Aynı üvey kuzeninin yazdığı karakteri canlandırdığı gibi, Lee’nin başına defalarca benzer tesadüfler de geldi. Asil soyu nedeniyle, Lee pek çok garip insanla tanıştı ömrü boyunca. Bunlardan ikisi Prens Yusupov ve Dük Dmitri Pavloviç’ti. Lee sonradan onların suikaste uğrattığı Grigori Rasputin’i oynayacaktı. Lee sonraları Eton okuluna başvuracak, mülakatını yapan efsane İngiliz korku yazarı M.R. James’i, altmış yıl sonra BBC için çekilen bir filmde canlandıracaktı.
Lee Eton’a alınmadı, onun yerine Wellington’da okudu. Fakat üvey babasının iflası nedeniyle, okulu bitiremedi ve erken yaşta çalışmaya başlamak zorunda kaldı. Okuluyla iş hayatının başladığı vakit arasındaki yazda da hayat Christopher Lee’nin karşısına eşsiz fırsatlar çıkarmakta cömert davranmayı bırakmadı. Lee o yaz tatil için kız kardeşinin yanına, Fransa’ya giti ve Eugen Weidmann’ın idamına tanıklık etme fırsatı buldu. Weidmann, Fransa’da halkın gözü önünde idam edilen son kişiydi. Lee aslında Fransa’da kalmayı planlıyordu, fakat 1940’lar yaklaşmaktaydı ve ortalıkta savaş dedikoduları dönüyordu. O da Londra’ya döndü ve postacı olarak çalışmaya başladı.
Lee savaşın yaklaşmakta olduğunun farkındaydı. Karacı olmak istemiyordu, ama bir süre sonra seçme şansının kalmayacağının da farkındaydı. Bunun üzerine, 1941 yılında Kraliyet Hava Kuvvetlerine başvurdu. Uçuş eğitimlerini tamamladıktan sonra, son uçuşunda baş ağrıları ve bulanık görüşten muzdarip olduğunu doktora bildirdi. Doktor teşhisi optik bir sinir yetmezliği olarak koydu ve ona bir daha uçamayacağını söyledi. Lee bunun üzerine Afrika’da Hava Kuvvetleri’nin istihbarat bölümüne girdi. Yani evet, Sir Christopher Lee 2. Dünya Savaşı’nı Güney ve Kuzey Afrika’da bir ajan olarak geçirdi. Gerçekten. On ömürlük bir yaşam derken, abarttığımı sanıyordunuz değil mi? Asil bir ailenin oğlu olarak doğ, 2. Dünya Savaşı’nda ajanlık yap.
Lee ajanlığı sırasında da rahat durmadı. Bombalanmalarla, hastalıklarla mücadele etti. Defalarca ölümün kıyısından döndü. İtalya’da Doğu Cephesi’nden haber bekleyen İngiliz askerleri huzursuzluktan isyana yönelirken, durduran Lee oldu. Napoli’ye atandı, boş bir vaktinde Vezüv Yanardağı’na tırmanmak istedi. Yaptı, indi, üç gün geçtikten sonra Vezüv o meşhur patlamasını gerçekleştirdi. Savaşın sonlarına doğru Almanca ve Fransızca bildiği için Nazi savaş suçlularını bulma ve sorgulama görevi verildi. Yani Lee, James Bond olarak başladığı savaşı, Inglorious Basterds olarak bitirdi. Kendisine yıllar sonra, bir vakit geçtikten sonra “SAS” adını alacak birlikle yaptıkları sorulunca, şöyle diyecekti:
“SAS’e zaman zaman bağlıydım, ama biz şimdi, geçmiş ya da gelecek herhangi bir spesifik operasyon ile ilgili konuşamayız. Özel Kuvvetler’deydim diyelim ve orada bırakalım. İnsanlar bunu istedikleri gibi algılamakta özgürler.”
Savaştan sonra Lee yapacak bir iş bulmakta zorlanıyordu aslında. Geri dönüp bir ofiste çalışmak istemiyordu. İtalya’daki direnişin örgüt başlarından olan, şimdi de Londra’da başkonsolos görevini idame ettiren kuzeni Nicolo Carandini, sülalelerindeki oyunculuk geçmişini hatırlatarak, Lee’ye “Neden aktör olmuyorsun?” diye sordu. Lee’nin bir cevabı yoktu. Bunun üzerine annesinin protestolarını kaale almadan bu yola baş koydu Lee. Nicolo, Lee’yi bir arkadaşıyla tanıştırdı. Two Cities Films’in yöneticisi Filippo Del Giudice, kendisiyle tanışır tanışmaz, yedi senelik bir kontrat imzaladı.
Bu yedi senenin içerisinde ve sonrasında, 1950’li yıllara kadar Lee kariyerini ufak ufak geliştirdi. İlk başta oynadığı rollerin çoğu sessiz, figüran karakterlerdi. Ufak ufak kötü adamlara, yan karakterlere terfi edildi. Amerikalı Douglas Fairbanks, Jr, filmlerini Londra’da çekmeye başlayınca, onlarda oynamaya başladı. Oradan ona, onu efsane yapacak firmanın yolu açıldı. Hammer. Hammer, korku filmleri çekmek istiyordu. Ellerinde Frankenstein projesi vardı. Frankenstein’ın canavarı için, Christopher Lee ile anlaştılar. Victor Frankenstein’ı da, sonradan Lee ile yirmi filmde oynayacak efsane aktör Peter Cushing canlandıracaktı. Cushing ve Lee, orada tanıştılar ve çok yakın arkadaş oldular. Cushing, Frankenstein’dan yirmi sene sonra, Star Wars adında ufak bir bilim kurgu filminde kötü adamı oynayacak, Lee’de can dostuyla aynı seriye, ondan yirmi beş sene sonra Count Dooku olarak katılacaktı.
Lee Hammer bünyesinde bir filmde daha oynadıktan sonra, efsane stüdyo ona en efsane rollerinden birini önerdi: Dracula. 1958’de çıkan ilk film, öylesine popüler oldu ki, Hammer Hollywood bünyesinde adından söz ettiren bir marka hâline geldi. Lee sonradan rolü daha fazla oynamak istemeyecek, fakat Hammer’ın başkanı Jimmy Carreras’ın punduna gelecekti. Carreras Lee’yi daima “Bak, ben filmi çoktan sattım, sen oynamazsan milleti aç bırakacaksın” diye kandıracaktı. Lee filmleri sevmeyerek yapsa da, dünya bağrına bastı ve toplamda altı Dracula filminde daha oynadı.
Lee’ye göre, kendisinin Hammer filmlerinde üzerine yapışan algıyı kırdığı iş, 1970 tarihli The Private Life of Sherlock Holmes oldu. Daha önce hem Sherlock’u, hem de Sir Baskerville’i farklı projelerde oynayan Lee, bu sefer Sherlock’un zeki abisi Mycroft rolündeydi. Lee bu sırada Hammer ile çalışmaya da devam etti. Rasputin, Mummy, Devil Rides Out gibi filmlerde sonra, To the Devil a Daughter’ı çekti. Bu, Hammer’ın son filmiydi, Lee de kariyerinde başka alanlara yöneldi.
Arada James Bond filmi The Man With a Golden Gun’da, efsane kötü adam Scaramanga’yı oynamasına rağmen, Lee devamlı korku filmleriyle anılmaktan çok sıkılmıştı. Çareyi Amerika’ya taşınmakta buldu. Airport ’77, 1941, The Return of Captain Invincible gibi filmlerle üzerindeki “Kont Drakula” imajını biraz yıkmaya çalıştı. 80’lerde biraz duraklayan kariyeri, 90’larla beraber tekrar yükselişe geçti. 1994’te Polis Akademi’nin Rusya filminde oynayacak, 1998’de de “En iyi performansım” dediği Jinnah filminde, baş karakter Muhammed Ali Cinnah’ı canlandıracaktı.
2000’ler, ona hayatının en büyük hayallerinden birini yaşattı. Lee, Yüzüklerin Efendisi serisinin büyük bir hayranıydı. Senede bir kere kitapları okur ve Gandalf’ı bir gün beyaz perdede canlandırmanın hayalini kurardı. En sonunda Peter Jackson Orta Dünya’yı sinemaya taşıma görevini üstlendiğinde, artık Lee at sırtında oturup harbe girecek yaşta değildi. Ama o büyük projede, ona da bir yer vardı elbet. O da Ak Saruman’ı oynadı. Bu rolü, ona tekrar yeni kapılar açtı. Bir sene sonra, Attack of the Clones’da Count Dooku’yu oynadı. Gençliğinde hem orduda, hem de okulda kılıç eğitimi aldığı için, ışın kılıcı düellolarının çoğunu bizzat kendisi gerçekleştirmişti.
Küçüklüğünde onun filmlerine hasta olarak büyüyen Tim Burton, büyüyüp koca bir yönetmen olunca da onunla çalışmak istedi. Beraber altı film çektiler. Sleepy Hollow’da Burgomaster’dı, Corpse Bride’da Pastor Galswells’i seslendirdi. Charlie and the Chocolate Factory’de Willy Wonka’nın babasıydı, Dark Shadows, Sweeney Todd ve Alice in Wonderland’de de küçük rolleri vardı.
2010’da Christopher Lee, “Charlemagne: By the Sword and the Cross” adında bir metal albümü çıkarttı. Bu onun ilk müzik performansı değildi. Daha önce birçok müzikalde rol almış, İtalyan semfonik power meta grubu Rhapsody of Fire’ın pek çok albümünde vokalist performansı sergilemişti. Manowar’la da çalıştı, 90 yaşında da bir metal şarkısı çıkartan en yaşlı sanatçı olma onuruna erişti.
Lee tamı tamına on dil biliyordu. İngilizce, İtalyanca, Fransızca, İspanyolca ve Almanca’da ana dil seviyesindeydi. İsveççe, Rusça ve Yunanca’da akıcıydı. Çince “bir sohbeti sürdürecek derecede” biliyordu, okulda öğrendiği Latince’sini ise “paslı” olarak tanımlıyordu. Video oyunlarından, animasyonlara, radyo tiyatrosundan, bizzat sahneye kadar pek çok alanda, pek çok farklı performans sergiledi Lee. Tek bir evlilik yaptı, o da Danimarkalı ressam Birgit Kroncke ileydi. O evlilikten 1963 senesinde tek kızları Christina doğdu.
Lee kariyeri boyunca 206 film, 61 dizi ya da TV filmi, 16 video oyununda rol aldı. Bunların ne kadarının geek dünyasına ait olduğuna, inanın şaşarsınız. Yıllar önce TV için çekilmiş bir Kaptan Amerika filmi mi istersiniz, Pratchett uyarlamaları mı, Young Indiana Jones Chronicles ve Space: 1999 gibi dizilerde konuk performanslar mı… Christopher Lee, bir ikondu. İnanması zor bir yaşayan efsaneydi. Şarlman’ın torunuydu, Britanya Hava Kuvvetleri ajanıydı, Scaramanga’ydı, Dracula’ydı, Frankenstein’ın canavarıydı, Count Dooku’ydu, Saruman’dı.
Christopher Lee, dedim ya, sinemanın gördüğü en büyük aktörlerden, dünyanın da gördüğü en nefes kesen insanlardan biriydi.
Umarız, her neredeyse, huzur içinde uyuyordur.
Gerçi böyle bir yaşamdan sonra, başka bir şekli mümkün değil ya…
2 Comments
Tek kelime ile müthiş ve aydınlatıcı bir yazı olmuş, ustayı saygıyla anmışsınız, bende hakkında bayağı şey öğrenmiş oldum.
Bu arada hep unutuluyor, Discworld’un uyarlamalarında (animasyonlar ve Colour of Magic filminde) Death’in sesiydi kendisi.. O kadar ikonik rol olunca unutulması normal tabi.