Bazen bazı filmler izlersiniz. Baştan aşağıya özenle yapılmışlardır. Kaliteleri çekimlerinden, kamera geçişlerinden belli olur. Birilerinin yapım sürecine para ve emek kattığı bellidir. O filmleri çok seversiniz. Sinema salonundan keyifle ayrılmanıza sebep olur bu tür eserler. Arkadaşlarınıza tavsiye edersiniz. Sağda solda iyi konuşursunuz filmin arkasından.
Bazen bazı filmler izlersiniz. Özen, prodüksiyon değeri, emek, para değildir buradaki mesele. Film sizi ilk saniyede boğazınızdan yakalar, son anına kadar da peşinizi bırakmaz. Kaçamazsınız ondan. Çıkamazsınız içinden. Ne diyorsa siz ikna olmuşsunuzdur. Artık -metaforu maruz görün- trene binmişsinizdir, yönetmen sizi durağınızdan alıp, istediği bir yere götürmek üzere kontrolü almıştır. Kabullenmiş bir vaziyette, manzaranın keyfini çıkarta çıkarta yolun sonuna doğru ilerlersiniz. Mesele burada filme ne kadar özenildiği değildir. Mesele, treni kullanan adamın sizi nasıl bindireceğini ve nasıl indireceğini biliyor olmasıdır. Ve siz yolculuk bittiğinde, sizinle devamlı kalacak bir filmle karşı karşıya olduğunuzu bilirsiniz. Bir parçasını bırakır film size. Aklınızdan, hayalinizden de uzun süre gitmez, uzaklaşmaz.
Snowpiercer böyle bir film. Geç konuk ettik bu sayfalara, affedin. Film aslında geçen sene özellikle Güneydoğu Asya ülkeleri ve Fransa başta olmak üzere beş altı lokasyonda vizyona girmişti bile. Fakat bu sene Batı dünyasına açıldı. Bizim kabahatimiz, ancak Batılı eleştirmenler filme dikkat etmeye başlayınca, film Metacritic gibi platformların radarına takılınca haberimiz oldu. Keşke daha önce bilseydik, keşke daha önce yazsaydık Snowpiercer’ı. Keşke bu yazıyı size daha önce ulaştırsaydık. Çünkü Snowpiercer anlatılmayı, üzerine konuşulmayı çok hak ediyor.
Daha ilk saniyeden siz ele geçiriyor f. Daha ilk karesinden sizin kafanızın filme odaklanmamış her köşesini iptal ediyor. Çok kısa bir kıyamet açıklamasından sonra, ilginç fikrini hızlı bir şekilde yerleştiriyor: İnsanlar küresel ısınmayla savaşma uğruna dünyanın sıcaklığını korkunç bir şekilde düşürmüş ve buzul çağını başlatmışlar. Neredeyse herkes ölmüş, tek bir istisna,bir tren dışında. Dışarıdaki donmadan muaf, içerisi sosyal sınıflara göre vagon vagon bölünmüş, hiç durmayan bir tren.
Bu tren nereden geldi? Nereye gidiyor? Nasıl dışarıdaki donmadan etkilenmiyor? İçindeki insanlar kim? Ne zaman bindiler? Bu soruların hepsini ayarlı bir şekilde gömüyor Snowpiercer. Bong Joon-ho, duygularımızı o kadar ustalıkla manipüle ediyor ki, kendisi bir şeyi bilme zamanımızın geldiğine ikna olana dek, hep onun işaret ettiği duygulara ve hislere odaklanıyoruz. Trenin orijini mi merak ediyorsunuz? Ona daha vakit var, biraz daha pişsin kafanızda o soru; o dakikaya kadar şu ölesiye itici karakterden nefret edip, ölümünü arzulamaya var mısınız? İstemeseniz de “varız” diyorsunuz içinizden. Joon-ho bizi sürükleyip götürüyor, nerede duracağımıza, nerede soluklanacağımıza da ustaca o karar veriyor.
Bunda oyunculukların da payı çok büyük. Yer yer absürtleşen anlarda Tilda Swinton, Chris Evans, Jaime Bell gibi inanılmaz performanslar veren yıldızlarla dolu kadro filmi sırtlayıp, sekteye uğramadan yolculuğun devam etmesini sağlıyor. Dürüst olayım, tüm bu hayranlığım ve samimi huşuma rağmen senaryonun aksadığı yerleri görmeden edemedim. Bazı noktalarda insan filmin saniye de olsa dışına çıkıp “Neden?” diye sormak zorunda kalıyordu zira. İşte o noktalarda da başta Evans, geniş oyuncu kadrosu ağırlığın altına girip, filmin çökmesini engelliyorlardı.
Yanlış anlamayın, senaryo absürtleşiyor, oyuncular kurtarıyor gibi bir durum yok ortada. Oyuncular sadece bazı noktalarda inançsızlık duvarınızın kırılmasını engelliyorlar. Yoksa filmin kurugusu, safi bir deha ürünü, burası çok açık. Fight Club gibi finalinde anlam kazanan, her şeyin sonda netleştiği ve tekrar izlemenizi gerektiren filmleri seviyor musunuz? Sizi temin ediyorum Snowpiercer’ın içerisinde yirmi beş tane Fight Club var. Önceden ipucu verilen, hafiften toprağın altından rengi belli edilen ve filmin sonunda çekip çıkardığınız onlarca şoke edici “twist” filmin finalini tam manasıyla bir bombaya çeviriyor. Joon-ho, serpiştirdiği tohumların finalde hasadını alırken, hayranlığınız bir kat daha artıyor.
Snowpiercer’ın sosyal mesajları, bütün bu mükemmel kurgu ve harika oyunculukla öylesine kuvvetli bir şekilde destekleniyor ki, gerçekten de kör gözünüze parmak sokulduğunu hissetmeden bir şeyler aldığınızı fark ediyorsunuz filmden. Trenin bir ucundan diğerine giderken, film bu konuda görsel olarak biraz Matrix’ten de ödünç notalar alıyor. Ama son perdede, kıyamet sonrası toplum portresi çizen eserler arasında kendisine ait bir ses, bir yorum bulabiliyor.
Fakat gerçekten dürüst olayım, sosyal mesajları umursamıyorsunuz bir noktadan sonra. Chris Evans’ın karakteri Curtis’in trenin sonundan başına yaptığı yolculuk hem görsel, hem de hikayesel olarak öylesine büyüleyici ki; finalde parçalar öylesine güzel yerine oturuyor ki, sosyal mesajın üzerine görsellik ve hikaye kadar düşülmediğini söylemek mümkün. En en en son final sahnesi de kimilerini tatmin etmeyecek nitelikte olduğu aşikar bir sahne, ama zaten tüm taşlar yerine bir iki dakika önce oturduğu için; bir epilog olarak pek de yersiz, yurtsuz değil. Filmin kalitesini düşürecek bir hata olduğunu ise kimse iddia edemez.
Uzun lafın kısası? Snowpiercer’ı izleyin. Henüz ülkemizde vizyona girmedi, fakat izlemenin başka yöntemleri varsa, onları da bulup izleyin. Gerçekten samimi hislerimle aktarıyorum, ben insanların çok abarttığı bir film bulmayı beklerken, karşıma çıkan şey bu sene izlediğim en sürükleyici, çarpıcı, etkileyici ve usta işi eser oldu. Hazır yeri gelmişken söyleyeyim, Chris Evans da çok şaşırttı beni. Bir insan nasıl Kang-ho Song, Tilda Swinton, John Hurt, Ed Harris gibi efsanelerle aynı sahneyi paylaşıp, altında kalmaz, pes doğrusu. Sandığımdan daha iyi oyuncuymuşsun sevgili Chris Evans, bu içten özrümü lütfen kabul et…