Spoiler olmayacak bu sahne. Spoiler’ın yanından bile yaklaşmayacak. Sadece bir an, bir kare, bir plan ve bir akıldan söz edeceğim. Film gramerinden konuşulmayacak. Bu yazı objektif olma iddiası da gütmeyecek. İkinci en büyük çocukluk aşkı Star Wars olan işbu yazarın, The Last Jedi sonrası ihanete uğradığını hisseden ve samimi kırılan, darılan bu geek’in aradığı şeyi buluşunu tasvir etmeye çalışacak. Ve umuyorum ki Solo ile ilgili olan beklentilerinizi doğru yere konuşlayacak.
Bir noktada Han ve filmin diğer esas çocukları, görevlerini ifa etmek üzere Millenium Falcon‘a biniyorlar. Falcon bu esnada Lando’nun gemisi, pilot kamarasında da L3 ile birlikte Calrissian var. Han arkada, seyirci bu esnada. Elbette daha dünkü yetme olduğu için, gemi de Lando’ya ait olduğu için onu arkaya oturtuyorlar; orijinal filmde Obi-Wan’ın, Leia’nın falan oturduğu koltuk bildiniz mi? Nereden geldikleri, nereye gittikleri spoiler. Ama bunu yapmak için hiperuzaya zıplayacakları elbette değil. Öyle de yapıyorlar. Lando o meşhur şalteri indiriyor. Kokpitin etrafındaki uzay maviliğe bükülüyor. Kamera Han’ın suratına dönüyor.
Han’ın gözleri açılıyor, dudaklarının kenarları kıvrılıyor. Ağzı aralanıyor hafiften, yüzüne bir renk geldiğini hissediyorsunuz. Han harika bir şey görüyor şu an, biliyorsunuz. Harika hissediyor. Kimsenin size bağırmasına, altyazı geçmesine, ya da yandan bir karakter sokup Han’ın hissettiklerini kaba kuvvetle tasvir ettirmesine gerek yok: Han tam o an hem Millenium Falcon‘a, hem hiperuzay yolculuğuna, hem pilotluğa, hem de kaçakçılığa ve bu hayata, bu galaksiye aşık oluyor.
Aynı tüm dünyanın 1977’de olduğu gibi.
Solo’nun yönetmeni Ron Howard, Amerikan sinemasında yitip gitmekte olan bir ekole ait. George Lucas’ı ve onun 70’ler auteur jenerasyonunu akıl hocası olarak kabul ediyor. Onlar gibi, aklı olan ama bu aklını şüphecilik için kullanmayan; sinemayı insan durumunu yapısökmeye yarayan bir araç olarak görmekten ziyade insanın içindeki hayret ve hayranlık hissini uyandırmanın büyülü bir yöntemi olarak kabul eden sinemacılardan. Bu söylediğim her şeyi de filmin o sahnesiyle ispatlıyor. O gemi hiperuzaya sıçrarken Rian Johnson’a versek kamerayı, bunu seksen kere görmüş ve artık gözlerini deviren bir karaktere keserdi. Gareth Edwards’ın hiperuzayı gri ve puslu olurdu belki. Abrams Allah bilir ne yapardı.
Howard ise bilerek, isteyerek, gözlerini sevinçli bir huşu ile faltaşı gibi açmış bir karaktere dönüyor.
https://www.youtube.com/watch?v=W5EyWuZ7z5s
Şüphecilik yok, göz devirme yok, yapısökücü olmaya kalkışıp bulamaca dönen mecazi tahribatlar yok. Hayret var, hayranlık var, heyecan var; yemeğin içine sevinç koymuşlar, serüven katmışlar, samimiler. Bu, sizi bilmiyorum, benim Star Wars filminden, herhangi bir Star Wars hikayesinden istediğim tek şey. Tek şey. İçimdeki çocuğun gözlerini faltaşı gibi açıp, o gemiye binip, o hiperuzaya sıçraması. Çünkü renkler güzel, sesler keyifli diye coşmuyor Han orada. İçinden “ne güzel hızlı uff” diye geçirmiyor. Han’ı ve hepimizi tutkuya boğan şey aynı.
O hiperuzaydan çıktığında görebileceğin şeylerin yüreği tahrik eden hayali.
Solo: A Star Wars Story‘ye içimden 8/10 vermek geliyor; ama sübjektif kanaat bu, işin aslında 7/10’a daha yakın; biliyorum. Günü geldiğinde objektif olarak da oturup konuşacağız, çok fazla muazzam yaptığı şey yok filmin. Az buçuk tökezlediği yerler de var. Ama bütün bunların içinde oturduğu çerçeve Star Wars. Bu bir Star Wars filmi.
Ve ben on üç yıldır gerçek bir Star Wars filmi izlemiyordum.
Teşekkürler Ron Howard!