Size nasıl buraya geldiğimin hikâyesini anlatabilirim. Ne de olsa vaktim bol ve yapacak hiçbir işim yok. Hem kafamı toparlarım biraz. Buradan bakınca, aslında o günkü konuşmalardan bir şeyler anlamam gerekirdi diyorum. Ben hiçbir şey anlamadım tabii. Şimdi ise yerin dibine girdim resmen!

Muhtemelen güneşli bir sabahtı ama perdeleri hiç açmadığımızdan, pek emin olamıyorum. Uyanmıştım ama gözlerimi açmadım. Zihnim hâlâ kâbuslar âlemiyle gerçekler âlemi arasında gidip geliyordu, ya da belki de ikisi de aynı şey olduğundan ben ayrımsayamıyordum. Keşke hiç uyanmasaydım dedim. Gerçi günlerdir uyuyabildiğim de söylenemezdi, tek yaptığım beynime kendisini kapatması için yalvarmaktı ki beynim bana hiç merhametli davranmıyordu. Böylece güneş İstanbul’u kavururken ben de yorgun uyanıyordum. Ama bu sabah böyle olmamıştı.

Beni uyandıran gürültüler salondan geliyordu, başta gergin ama yine de karşısındakini ikna edeceğine olan inancı tam, iki ses vardı. Normalde evimize pek kimse gelmediğinden biraz şaşırdım. Ama hemen sonra dişler sıkıldı, sesler yükseldi. İki taraf da ikna konusunda başarısızdı anlaşılan. Hiçbir zaman öyle doğal misafirlerimiz olmazdı ki zaten, buna şaşırmadım.

‘Anlamıyorsun ki!’ diye bağırdı bir ses, ‘Anlamıyorsun çünkü dinlemiyorsun! O özel bir çocuk…’

Özel bir çocuk… İşte o bendim. Defalarca bu üç kelimeyi duymuştum. ‘Bir halt beceremezsin sen’in kibarcasıydı bu sözler. Belki doğruydu da. Ne zaman anneme dışarı çıkmak istediğimi söylesem, yüzü gerilir, ‘Olmaz canım,’ derdi, ‘Sen özel bir çocuksun, dışarıdakilerin seni üzmesine izin veremem.’

Herkesin sırtında bir yüktüm biliyorum ama basit bir yük, annemin kimi günler canla başla imha ettiği hamam böcekleri kadar en fazla. O yüzden bana katlanmakta pek zorlanmıyor olsa gerekti, hatta sonraları bu fikrim de değişti, beni oldukça seviyor olmalıydı, gelenlerle sürekli tartışmasının ve dışarı çıkmak istediğimde hırçınlaşmasının sebebi buydu herhalde. Benden nefret ettiğini sanmıyordum, kötü düşünenler evin dışındakilerdi.

Karşı taraf derin bir nefes aldı, bağırmaya niyeti yoktu, fısıltıyla konuşmaya başladı: tıpkı bir hastayı sakinleştirir gibi. Anneme hamle yaptığını tahmin edebiliyordum. Annem ise tekrar bağırdı ve muhtemelen geri geri yürürken bir şeye takılıp devirdi. ‘Bana yaklaşma! Ne yapmaya çalıştığını bilmiyorum mu sanıyorsun? Eski sen değilsin artık! Kimse ama kimse, ne sen, ne de şeytan ablan çocuğumu benden koparamaz!’

‘Merak etme, öyle bir niyetimiz yok,’ diye mırıldandı karşıdaki, kapıyı açtı, ‘Ne olduysa oldu zaten, kafan almıyor mu?’ Bu kez sesi sertti, önceleri takındığı avutmak istermiş gibi halinden eser yoktu.

Annemden ses çıkarmadı. Ellerini bağlamış hınçla dikilirken görebiliyordum onu. Karşısındaki içini çekti. ‘Bari onu görmeme izin ver.’

Annem tereddütle karşısındakini inceliyor olmalıydı şimdi, adamın sesindeki iyi niyet miydi, annemin ona acımasına yetecek miydi? Yoksa bu da o numaralarından biri miydi?

‘Hayır,’ dedi annem sakince, karar verilmişti. ‘İyi!’ diye bağırıldı, sonra da kimseye sonsuza dek bebek gibi davranılamayacağı söylendi. Kapı sertçe kapandı. Yatağımda yatmaya devam ettim, bir yandan da dinleyerek takip ediyordum: apartman boşluğunda söylenen biri, merdivenlerde ayak sesleri, dış kapının çarpışı, sokaktan ‘Önüne baksana be!’ diye bir bağırış. Annem yine tehlikeyi savuşturmuştu. Berikinin babam olduğunu biliyordum. Annem onu böyle çağırmamdan hoşlanmazdı ama. Bir zamanlar çok mutlu oldukları kesin, aslında sürekli benimle ilgili sıkıntı çıkarmasalar bu durum devam edebilirdi de. Ama ne babam ne de halam durmuyordu işte, annemin sinirlerini altüst ediyorlardı sürekli.

Annem gelip beni kaldırdı, üzerimi değiştirdi, sonra da kahvaltımı yaptırdı. ‘Ne istiyormuş anne?’ diye sordum ona, doğru düzgün bir cevap alamadım tabii. Kaşıkları ağzıma götürmeye devam etti. Her zamanki otonom hareketlerle etrafı topladı, bulaşıkları yıkadı. Bugün, temizlik günüydü. Bunu söylerken öyle haftalık bir düzenden bahsetmiyorum. Annemin gelgitlerine göre şekillenen ve hijyenle kafayı mı bozacak, yoksa çöp içinde mi oturacağız belirleyen bir ölçüttü bu benim için. Bu evde yaşamanın en zor kısmıydı. Kötü günler ve daha kötü günler demekti.

Bugün her yeri elleri ağrıyana kadar ovacak ve her şeyi takıntılı biçimde silecekti, demiştim ya, bugün temizlik günüydü. Birinin onu durdurması gerekirdi ama beni dinlemiyordu ki. ‘Sen sus canım, her şey senin iyiliğin için,’ diyordu sadece. Diğer günler ise tahtakuruları ile koyun koyuna oturuyor ve bardakların altındakini tortuyu göz ardı ederek su içiyorduk.

Bugün, ev baş ağrıtacak kadar çamaşır suyu koktuğunda durma günüydü. Fayansları histerik bir biçimde fırçalama günü… Ama öbür vakitler ev çürümüş gibi kokardı. O kötü koku hâlâ burnumda. Üstüme sonsuza kadar sindi artık galiba, hiç çıkacağını sanmıyorum. Üstümde, annemde, yataklarımızda ve duvarlarımızdaydı artık, sonsuza dek.

Haftalar sonra, kirli günlerimizden birinde kapı çaldı. Ben salonda oturuyordum ama annem beni odama taşımadan kapıyı açmadı. O ağır, metalden kapının açıldığını hiç görmedim şimdiye dek.

‘Kim gelmiş anneciğim?’ diye sordum, ‘Bilmiyorum canım ama hiç merak etme,’ dedi, sonra da dudağının kenarındaki kırışıklıkla kapıyı açmaya gitti. Ben de yatağımda öylece uzanıp kulağımla olanları izlemeye devam ettim, ne de olsa yıllarca en iyi becerdiğim şey buydu.

‘Merhaba hanımefendi,’ dedi kibar bir ses. Tanıdık bir sesti ayrıca, ama çıkaramadım. Bir şeyler söyleyerek annemin eline bir şey tutuşturdu, kâğıt gibi bir şey muhtemelen, annem ile sohbet ederek içeri girdiler, annem sayfayı çevirince kâğıttan çıkan hışırtıları duyabiliyordum. Ben ne yazık ki konuşmaların ise çoğunu duyamıyordum, odamın karşısında berbat bir inşaat vardı ve matkaplar günlerdir betonları değil, pörsümüş beynimi deliyorlardı. Dişlerimi sıktım.

Bir kenara oturdular, kadın biraz öksürdü. Ya veremliydi ya da koltuklarımızdaki lekelerden çok tiksinmişti. Yani ben de tiksinirdim tabii, orası yediğimiz her şey için aylık bir arşivdi. Her ne kadar annem tarafından, aylar önce temizlik krizlerinden birinde kumaş ağlanarak yırtılmış olsa bile, kalan sünger ve beyaz iplikler de yeterince berbattı.

‘Onu daha iyi koşullarda yetiştirmek istemez misiniz? Onun gibi özel çocuklara imkân tanımak için buradayız biz,’ dedi kadın sakince, buradan bile bembeyaz dişlerinin baş rolü olduğu yapmacık gülümsemeyi hissedebiliyordum. O sırada annem de kesin her zamanki acıklı suratıyla ve can kulağıyla kadını dinliyordu. Uzaktan gelen seslerle matkabın ince, yivli ucu kafatasıma saplandı. Garip gelebilir ama o sırada annemin gardını düşürdüğünü de hissediyordum o sırada; kadın, artık her ne konuda konuşuyorlardıysa, işi çok iyi idare ediyordu. Matkabın sesi bir süre kesildi.

‘Eee, peki, nasıl bir şey bu?’ diye sordu annem, kendini kaptırmıştı iyice. Özel çocuk denildi ya… Okuduğu broşürde göz boyayıcı her şey olduğuna ama işe yarar hiçbir şey olmadığına emindim. Perdenin arkasında, caddenin karşısında, bir işçi elindeki çekici kafamda sallıyordu.

‘Sonsuza dek bir apartman dairesinde kalmak yerine dünyaya açılsın istemez misiniz? Tabii ki ona konaklama ve eğitim fırsatı vereceğiz,’ diye devam ediyordu kadın, ‘Her şey dâhil otel gibi olacak! Her sene en iyi derecelere giren öğrenciler bizden çıkıyor, bir bakıma, biricik çocuğunuzun geleceğini satın almış olacaksınız!’

‘Okul mu?’ diye sesini yükseltti annem. Beni okula göndermek mi? Bu evden çıkarmak mı? Tehlikenin ve dışlanmanın kucağına göndermek mi yani? O sırada bazı paslı çiviler tahtaya değil, zihnimin derinlerine battı.

‘E-evet, ülkedeki en iyi beş okuldan biri,’ dedi kadın. ‘Özel çocuklar için.’

[ikinci sayfada devam ediyor…]

1 2
Author

İstanbul'da yaşıyor, buraya yazacak havalı bir şey de bulamadı. @charles_bourbaki

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.