Öyle uzun uzadıya bir giriş ya da ana fikre gelene kadar sizi yükseltecek kelime oyunlarıyla planlanmış bir yazı yazmayacağım. Dümdüz, içimden geldiği gibi, duygularımla kendimi anlatacağım. Çünkü, yazıyı okuduktan sonra siz de anlayacaksınız ki, bu yazı, sadece ve sadece duyguların yön verdiği bir yazı ve ben bundan kesinlikle çok memnunum. Her şey rasyonellik değil zira, biraz da insan olmanın en önemli detaylarından biri aslında. Spider Man de benim için öyle; Far From Home filmi de.
DİKKAT, SPOILER VAR!
İnanır mısınız bilmem ama bu yazıyı yazmak için bilgisayar başına otururken heyecanlıydım, çünkü film hakkında söyleyecek birkaç bir şeyim olduğunu biliyordum. Ancak düşüncelerimi ve duygularımı bir hizaya sokmaya karar verdiğim zaman şunu fark ettim ki bu filme olan yaklaşımım, ilk defa dondurma yemiş küçük bir çocuğunki gibi. Tamamen duygusal, zararlı olabilecek yanları zerre umurumda değil ve hayattan zevk almak için bunu tekrar ve tekrar yapmak istediğime emin gibiyim. İşte düzgün bir yazı yazmak için benim pek de uygun bir aday olmadığım buradan anlaşılıyor: Ben bu filmi biraz fazla sevdim.
O da ne demek? Bir insan, bir filmden keyif alamaz mı? Neden özür diler gibi yazıyorum?
Hep şu tartışma döner durur kafamın içerisinde. Bir filmi hatta bir sanat eserini neye göre değerlendireceğiz? Bizde yarattığı duygulara göre mi, yoksa eserin belli başlı özelliklerinin belli başlı standartlara uyup uymadığına göre mi? Burada hemen Ölü Ozanlar Derneği’nden sevgili Bay Keating’in lafı gelir aklıma: “Ne standartı be? Boru döşemiyoruz burada, şiir yazıyoruz!” Sanat eserlerinin duygulara hitap etmemesi veya duygulardan da beslenerek ortaya çıkmaması düşünülebilir mi? Bir esere “güzel” demenin tamamen bir rasyonel yöntemi olabilir mi? Elbette hayır!
Sanat eserleri rasyonel olmaz. Bir melodiyi sevmeyi, bir öyküden ilham almayı veya bir resimden gözlerini ayıramamayı, hayatta kalmak üzerine kurduğumuz bu çılgın tüketim kültürünün mantığı ile açıklayamayız. Sanat eserleri o açıklamaları bozar, standartları yıkar, bakış açılarını değiştirir ve insanın en aciz betimlemesi ile ruh dediği tarafına hitap eder.
Peki, gelelim sevgili Örümcek kardeşimizin filmine; bu film bir eser olarak dediklerimi yapıyor mu? TABİİ Kİ HAYIR! Aslına bakarsanız şu ana kadar hep izlemiş olduğumuz materyallerden farksız bir içeriği var. Kahramanın sorumluluk ve arzular arasında sıkıştığı, sorumluluktan kaçayım derken arzuladığı şeyleri de gerçekleştiremediğini öğrendiği ve filmin sonunda sevdiği kızı kapıp, sorumluluklarını da gerçekleştirmeye devam edebildiği bir hayat kurduğu bir final gibi mesela. Yani dünyanın en sıradan öykü yapısına sahip bir film, bu kadar basit. Biz bu filmi, kahramanımız ister fantastik güçlere sahip bir süper kahraman olsun, ister evladı kaçırıldı diye dellenen sıradan bir ebeveyn olsun; bin kez izledik. Kısacası yenilikten, çığır açmaktan, ezber bozmaktan falan çok uzak bir film Evden Uzakta. Ama bir yandan da değil.
Bunun çok bariz bir sebebi var: MCU. Şu bir gerçek; Marvel sinema tarihi boyunca hiç yapılmamış bir şeyi denedi ve başardı; birbirleriyle aynı evrenlerde geçen ve fakat birbirleriyle ancak dolaylı olarak alakalı diyebileceğimiz onlarca film yaptı. Bizler de oturup bir dizi izlermiş gibi bunları bir bir tükettik. İş bir noktada öyle bir hale geldi ki, evrenin kendi öyküsü, izlediğimiz filmlerin tekil öykülerinden daha ilgi çekici olmaya başladı. Ben Ant-Man and the Wasp filminde en çok kapanış jeneriği sonrası çıkan sahnede heyecanlandım (tabii ki bateri çalan karıncada değil!) Ve aslında aynı duygu, bu filmde de mevcut. Filmin en heyecan verici sahnesi, benim açımdan, MCU’ya J.K. Simmons’ın eklenmesinin teyitlendiği sahne oldu. Ama beni yanlış anlamayın, “filmin geri kalanı çöptü, bir tek o sahne sayesinde sevdim” falan demek istemiyorum, hayran kaldığım bir film izleme tecrübesini bana yaşatan bu sürecin ögelerini ayrıştırmaya çalışıyorum hepsi bu.
Bu da şunu gösteriyor; arkadaşlar biz film falan izlemiyoruz. Biz yeni bir sanat mecrası ile karşı karşıyayız. MCU filmlerini birbirinden bağımsız tüketmek bazılarımız için mümkün değil. Endgame sonrası çıkan bu ilk film, kendi başarısı ile ayakta durmaktan çok, artık artı ve eksileriyle kabullendiğimiz bu film evreninin yeni bir eklentisi olduğu için de bu kadar etkileyici geliyor. Filmi izlerken kendimizi sevgili RDJ’mizi özlerken buluyoruz ve mezarın ötesinden Peter’la iletişime geçince, o bağı sanki Demir Adam bizlerle kurmuş gibi heyecanlanıyoruz. Tom Holland “Neden Dr. Strange’i çağırmıyorsun?” repliğini sarf ederken aynı akıl yürütmeyi biz de yaptığımız için kendimizi, durumu onunla beraber sorgularken buluyoruz.
Yanlış anlamayın; tabii ki insan beğendiği her filmde bunu yapar; yani kendini karakterlerle özdeşleştirir ve kendini onların yerine koymaya başlar. Ancak burada, özdeşleştirmeden fazlası var. Biz burada bu duygu durumlarına girerken neden bahsettiğimizi bizzat biliyoruz. Çünkü 20 küsür film izlemişiz ve hepsi dönüp dolaşıp aynı dersi kafamıza farklı farklı yollardan vermeye çalışmış. Artık sevgili yeni yetme Örümcek Adam, belli başlı belalara bulaşırken biz bunları zaten devam eden bir sürecin parçası olarak aldığımızdan, kendimizi Peter Parker’a tepeden bakarken bile bulabiliyoruz. Peter’ın macerasını, Demir Adam’ın, Kaptan’ın, Kara Dul ablamızın fedakarlıkları pencerelerinden değerlendiriyoruz. Dr. Strange’in ya da Hulk’ın aldığı derslerden, Kaptan Marvel’ın veya Thor’un hayatlarına anlam katma girişimlerinden, Guardians’ın ailevi problemlerini çözme çabalarından bağımsız izleyemiyoruz Peter’ı. Ant-Man’in büyümek için çoluk çocuk sahibi olmayı beklemiş olmasından ders çıkarmasını umut ediyoruz.
Tabii ki bu filmleri birbirinden bağımsız birer eser olarak değerlendirmek de mümkün; hele hele bir kısım seyircinin biraz da böyle tükettiğini hatırlarsak. Ancak bence bu şekilde değerlendirmek haksızlık. Bir klasik müzik konserini, vurmalıları çıkarıp öyle değerlendirelim demek gibi bir şey. Kültürün bir süreç olduğuna ve evrensel filan olmadığına inanırım: Birikerek ilerler.
Hayatı boyunca sadece arabesk müzik dinlemiş birisine “Welcome To The Machine” dinletirseniz o şarkıyı bir gürültü olarak nitelendirecektir. O yüzden ben, izlediğim filmden aldığım keyfin MCU bütünlüğünden geldiğini, hatta kökleri 1960’lara dayanan bir birikmiş kültürel süreçten kaynaklandığının farkındayım ve bundan hoşnutum. Film, tek başına, o dediğim sanatsal çığırlara bir yenilik katmıyor olabilir; ama tüm bu ortak evren olayı başlı başına bir yenilik ve bu film de bu yeniliği kollamış durumda. Filmin en başındaki Peter’ın lisesinde hazırlanmış olan video tabii ki seyirciye olmuş bitmiş olanı hatırlatmak veya öğretmek için oluşturulmuş basit bir hile. Ama o kadar bu evrene kaptırmış haldeyim ki, o hileyi gözüm görmüyor ve videonun tamamen organik bir şekilde olduğu noktaya yerleştiğini hissedebiliyorum.
Aslında kısaca demek istediğimşu: Herifler bu işin o kadar ustası ki, klişeler ve klasiklerle dolu şu öyküyle bile gözümüzü boyamayı başarmışlar. En azından benim gözümü boyadılar. Ve ben bu filmi eleştiremedim, sadece beğendim.
Sonuç olarak, Örümcek Adam: Evden Uzakta muhteşem bir film mi? Hayır değil. Ama zaten MCU denilen şey, BİR film değil. Bu, para kazanmaya devam ettikleri sürece sürecek olan bir yolculuk. Ve ben trenden inemiyorum.