Count Dooku ilginç bir karakter. Kesinlikle sevilebilir manasında demiyorum bunu ama işte, ilgi çekiyor. Bunda en çok Christopher Lee’nin çok büyük payı var elbette, karakteri geliştirmek için çok şey yapan biri ve ara ara George Lucas’ın yazdığı bazı sahneleri karakter dışı bulduğu gerekçesiyle reddettiğini bile biliyoruz. İkinci sebep ise, Lucas’ın ikinci filmin kötüsünü tasarlarken çok basit ama bir o kadar da hayret uyandırıcı bir seçim yapması: Bu seçim de elbette, karakteri Sith Lordu yapmakla yetinmemek ama aynı zamanda eski bir Jedi olmasında karar kılmak.
Christopher Lee zamanında karakter için “ahlaksız” değil, “ahlak dışı” demiş. Dooku’ya “ahlaki olarak gri” demeye dilim varmıyor, onunki gerçekten de basit bir “muğlaklık” ya da “arada kalmışlık” değil çünkü, ciddi anlamda ahlak pusulası yok bu karakterin. Yani nasıl desem, Dooku, o kılıcıyla kullandığı Makashi formunun elegant ayak hareketlerinin bile onu ahlaki ikilemlerin çizgileri arasında kurtaramayacağının farkında sanki. Çünkü ahlaki pusulası ne kadar yoksa o kadar ağır basan bir ideal pusulası var. İdeallerinin ziyadesiyle sapkın ve çarpık olması alakasız tabii. En azından onun için. İdealler uğruna ise ne kadar ileri gideceği ise hesap dahilinde bile değil. Bütün kötüler “doğru şeyi” yaptığını düşünür derler ya, bu Star Wars evreninde muhtemelen sadece Dooku için geçerli çünkü diğer kötüler yozlaşmadan güç, kötülükten de zevk alıyorlar. Dooku ise aksine, bir amaca sahip gibi görünüyor.
Yani işte, o kızıl kılıcı, arkasında bıraktığı ölüm sayısı, teşebbüs ettiği tüm pis eylemleri kazıyınca arkasında eski bir Jedi kalıyor. “İdealleri ve amaçları” da bu zamanlardan kalmış olsa gerek. Onu ekranda gördüğümüz hikâyelerde neyse, zamanında tamamıyla tersi imiş bu adam. Yüz seksen derece dönmek gerçekten zor bir şey, en basit haliyle “iyilik yapma”nın en azından bir alışkanlık olmasını beklersiniz çünkü. Düşünmeden, içgüdüyle hareket edildiğinde onun karakterinin gitmesi gereken ilk yolun “doğru” olmasını. Ama yok, öyle bir karakter de değil Dooku. Doğal olarak “Nasıl?” sorusunu soruyorsunuz. Bu kadar aksi istikamete nasıl gidilir? Cevabı Jedi Lost veriyor.
Esasında Dooku: Jedi Lost bir Harry Potter kitabı, aynı zamanda bir The Clone Wars bölümü ve hayalet hikâyesi. Evet, bunların hepsini aynı anda yapıyor bu kitap. 2021 yılında, özellikle de kötü karakterin başrolü olduğu bir Star Wars romanını okurken Harry Potter tadı almak beklediğimiz son şeydir muhtemelen. Ama hiç de mantıksız değil, Jedi Tapınağı’nın bir Hogwarts olmaması için hiçbir sebep yok. Fantastik arkaplan The Force sağ olsun zaten var, büyüyü öğrenmeye çalışan gençler, bilge ve yaşlı karakterler her halükârda gırla. Üstüne bir de örneğin Sifo-Dyas ve Dooku beraber Jedi Arşivleri’nin yasaklı bölümlerine girmeye çalışınca bir anda kendinizi yine Hogwarts’ta, bir kitap rafının yanında, görünmezlik pelerinin altında buluyorsunuz.
Bu kadarla da kalmıyor, minik hikâye arklarından biri bir de Tapınak’taki Jedi Ustaları’ndan birinin Sith Lordu olmakla şüphelenilmesinin üstüne kurulunca gerçekten Felsefe Taşı okuyormuş gibi hissediyorsunuz. Ancak bunu “özgün değil” manasında söylemiyorum, sadece ilginç bir tanıdıklığı var ancak bu ortamı Dooku gibi bir karaktere geçmiş hikâyesi yazmak için kullanmak bence yeterince özgün. Bir de Harry Potter da kara büyü kullandıkça bükülen asalar ve Dooku’nun kenarı kıvrımlı ışın kılıcı aklıma gelince bu bükülme olayının tesadüf olup olmadığını merak ediyorum. Anlaşılan yozlaşma ve doğru yoldan sapmak deyince bir yazarın aklına gelen ilk metafor bu.
Tabii karakterler büyüdükçe Hogwarts havası kayboluyor. Yoda’nın neden Dooku’yu Padawan olarak seçtiği açıklanmıyor ancak eğitimlerine başlamadan önce Dooku’yu günlerce görmezden gelmesi ve çocuğu çıldırtması -bir yandan da tevazu hakkında bir ders vermesi tabii- okuması çok ilginç sekanslar. Hogwarts havası kayboldukça, farklı gezegenlere görevlere gidildikçe ise bir The Clone Wars bölümü hissiyatı almaya başlıyorsunuz. Evet biliyorum, ortada Klon Savaşları yokken hem de. Bunlar da kendi içlerinde duyması keyifli hikâye parçacıkları elbette.
Ama tüm bunların üzerinde bir örtü var, o da geleceği bilmenin ironisi. Çünkü tüm maceralar ya Dooku’nun Jedi Düzeni’nden soğumasına teker teker sebepler gösteriyor ya da “This didn’t age well.” gibi cümleler kurduruyor okuyucuya. Dooku yavaş yavaş ancak kaçınılmaz olarak Jedi Konsey’inden, onların harekete geçmeyişinden, atik ve aktif olmayışından soğuyor. Yazar Cavan Scott da bu ironi hançerini okuyucuya doğrultmakta elini korkak alıştırmıyor. Dooku, gençliğinde “şefkatli biri olması” yönünden iltifat alınca siz de acı acı gülüyorsunuz elbette. Arkadaşları tehlikeye girince onları kurtarmak için Dooku ellerinden yıldırımlar çıkarıyor, ama neyse canım, karanlık tarafla bir alakası yok, bizim Dooku yapmaz öyle şey. Gelecekten öngörüler görmelerine neden olan bir göreve gittiklerinde kara kukuletalı bir adam “çırak” diye sesleniyor Dooku’ya, neden ola ki? Böylece iki sayfada bir karakterlerin geleceğini bilmenin komedisiyle baş başa kalıyorsunuz.
Ama geleceği bilen tek kişi siz değilsiniz. Bir de geleceği bilmek sadece bir komedi unsuru değil. Koca bir kara komedi olmanın yanı sıra acı verici de oluyor kitap. Sifo-Dyas karakteri tamamen bu şekilde açıklanabilir biri nitekim. The Force aracılığıyla ataklar halindeki rüyet ile öngörü benzeri şeylerden muzdarip biri Sifo-Dyas. “Üzgün kâhin” tiplemesinin çok açık bir örneği çünkü sayfaları çevirdikçe ve karakterle yollarımız kesiştikçe onu daha depresif görüyoruz, aklına mukayyet oluşu zorlaşmış, kekeleme gibi komplikasyonlar geliştirmiş oluyor her bir sahnede.
Yazar hançeri sallamaktan çekinmiyor demiştim. Yoksa insan neden Dooku’nun Sith Lordu olarak açık açık işlediği ilk suçun, ellerini kirletmeye tenezzül bile etmediği ilk günahının başrolünü, Dooku’ya en iyi arkadaş olarak yazsın? Sifo-Dyas’ın dolaylı olarak Dooku’nun elinden öleceğini zaten biliyor olmak gerçekten karakteri de, ikisi arasındaki arkadaşlığı da inanılmaz hüzünlü yapıyor.
Sifo-Dyas’ın ustası Lene Kostana’dan Dooku’nun kız kardeşi Jenza’ya elbette pek çok yeni karakterle tanışıyoruz. Hepsi hikâyeye katkı sağlayan ve -doğal olarak- çoğu zaman ortadaki en yanlış kararı veren karakterler. Dooku’yla etkileşime giren herkes “Kaç kurtar kendini!” deme isteği uyandırıyor bizde. Bu açıdan aynı Prequeller gibi denilebilir, ne zaman Imperial March’ın bir türevi çalsa gözler endişeyle Anakin’e dönüyordu ne de olsa.
Qui-Gon ve Rael Aveross da Dooku’yla etkileşimini görmesi çok ilginç karakterler, Dooku’nun kendisinden bu kadar farklı kişilikte iki Padawan yetiştirdiğini ve bir de iyi bir Usta olduğunu görmek biraz hayret ettirse de karakter dışı ya da alakasız olduğunu kesinlikle söyleyemem.
Geriye ise hayalet hikâyesi kısmı kalıyor. Uyarı, bu kısım fazlasıyla kalp kırıcı. Yine The Clone Wars karakteri olan Asajj Ventress ile alakalı bu sekanslar elbette Dooku’nun günümüzdeki haline geri getiriyor bizi, hem de onun Dooku’ya çıraklığıyla örneğin Qui-Gon’un öğrenciliği arasında ciddi paralellikler kuruluyor. Onun da aslında tıpkı Dooku gibi eskiden bir Jedi olduğunu öğreniyoruz, ya da olmak üzere olduğunu. Onu Tapınak’a götürmeye çalışan ancak ölen ustası peşini bırakmıyor. Vicdanının kazıyıp atamadığı boğuk sesi olarak kalıyor bir süre. Hayalet olarak. Ventress ve ustası Ky Narec de en az Dooku kadar iyi bir arkaplan hikâyesine kavuşuyorlar elbette, The Clone Wars hayranlarını oldukça tatmin edecektir bu diyaloglar, ancak kitabın kendi içinde kurduğu paralellikler de başarılı.
Kitabın sonuna gelelim. Kötü karakterler için arakaplan hikâyesi yazmak çok zor bir iş olsa gerek. Çatlakları doldururken dikkat etmezseniz geçmiş yaşamları karakterlerin kimlikleri üzerine çökebilir çünkü. Fazla sempatik, fazla ahlaklı olmamaları gerekir. Jedi Lost için de bundan korkuyordum açıkçası, asla aklanmaması gereken bir karakteri aklayacakmış gibi göründü bir an. Dooku’nun meşrulaştırılacak bir tarafı yok ancak sonuçta Harry Potter havasında geçen bir çocukluktan ve Jedi Ustası Dooku’dan sonra Count Dooku’ya geri dönüş yapmak biraz zor. Cavan Scott bu noktada hiç risk almamış çünkü tüm ana olay örgüsünün çevresinde şekillendiği o merakla beklediğimiz şey eline geçer geçmez her şeyi yakıp kül ediyor zaten. Neredeyse sinir bozucu diyebileceğim bir sonla hayalet hikâyesi de Harry Potter havası da kayboluyor. Hatta biraz fazla karanlık bitiyor.
Ben kitabı dinlemedim, okudum. Sesli bir kitap olduğu için edebi açıdan eleştirilebilecek bir şey olduğunu söyleyemem, bu kitap dinlenmek için üretilmiş zaten. Bu noktada oyunculara iş düşüyor ve tanıtım parçalarından anladığım kadarıyla hepsi işini hakkıyla yerine getirmiş ancak eleştirilerde Dooku için Euan Morton’ın sesi Christopher Lee ile hiç uyuşmuyor denilmiş sadece. Bundan şikâyet edecek pozisyonda değilim açıkçası. Aynı şekilde hayranlar kitabın geçmişe dönüşleri biraz kısa ve bölük pörçük yapmasından, geçmişteki hikâye arklarının çok çabuk çözülmesinden şikayetçiler.
Ben, aksine, günlük kayıtlarının ve mektuplaşmaların doğası gereği kısa ve kırıntılar halinde olmasından keyif aldım. Bu bölümler uzun tutulsaydı şüphesiz kitap kendi kendini sabote edecekti. Bu bölümlerin kısa tutulması ve hatta ve hatta hemen hemen hepsinin “güvenilmez anlatıcı” mahiyetinde olması daha önemli. Bütün hikâye Dooku’nun, Jenza’nın, belki Ventress’ın çarpıttığı gerçeklikten meydana geliyor da olabilir ve kötü karakterin geçmişini aydınlatmak için bundan daha iyi bir yol düşünemiyorum.
Kitapla ilgili tek şikâyetim eninde sonunda bir romandan çok senaryo olması olabilir ancak bu da adaletsiz bir yakınma olur. Bunun dışında tüm ironisi, hakkında hiç duymadığımız karakterlere ses getirişi ile okuması eğlenceli bir kitaptı. Bir noktada muhtemelen tıpkı Mandalorian gibi Star Wars’a farklı bakış açıları kazandırmasıyla tanımlanıp övülecek ve pek sevilecek işlerden olduğu kesin.