Bilimkurgu dünyalarına sürekli merakınız varsa artık sizi ne kadar az şeyin şaşırttığını biliyor olmalısınız. Artık yeni tür bir bilimkurgu kitabı okumak, filmi izlemek neredeyse imkânsız gibi. Her şey birbirinin benzeri, hepsi birbirinin küçük kopyası gibi… Ama yine de umudunuzu kaybetmeyin, bazen karşınıza mucizeler çıkabiliyor ve hiç hesapta yokken sizi inanılmaz heyecanlandıran bir bilim kurgu hikâyesine denk gelebiliyorsunuz. Benim için son zamanlarda bu hikâye, İthaki Yayınları’nın bizlerle buluşturduğu Terry Pratchett ve Stephen Baxter’ın ellerinden çıkan Uzun Dünya kitabıydı.
Kitabı incelemeye başlamadan önce neden bilim kurgu hikâyelerinin bizi heyecanlandırmadığı konusunu biraz açmamız gerek sanırım. Zira bilim kurgu sevenlerin evimi basmasını, beni meşale ve sabanlarla kovalamasını istemem. Efendim, İthaki Bilimkurgu Klasikleri’ni okumaya ilk başladığımdan beri, bu hikâyelerin bana fazlasıyla tanıdık geldiğini hissediyordum. Yıldız Gemisi Askerleri’ni okurken böcek uzaylılarla savaşan özel donanımlı askerler görüyordum ama bu daha önce görmediğim bir şey değildi. Dünyalar Savaşı’nı okurken binlerce kez okuduğum, izlediğim, oynadığım uzaylı istilası ile karşı karşıyaydım. Hayatımda ilk defa elime aldığım Frankestein’ın hikâyesini kendim yazmışım gibi biliyordum. Artık bu kitaplar beni şaşırtmıyordu.
Bunun nedeni elbette ki artık televizyon ve internet gibi global iletişim araçları sayesinde, insanoğlunun kümülatif bir kültüre sahip olması. İnsanlar bir popüler bir filmi izlememiş, kitabı okumamış olsalar bile sağda solda ona ait replikler, görseller ya da videolar görüp eserin içeriğinin önemli bir kısmına dair bilgilere sahip oluyorlar. Hayatımda hiçbir zaman Frankestein’ı bir kere açıp izlememiş ben, eğer hikayenin en can alıcı noktalarını bilip ilk defa okuduğum kitabından sıkılıyorsam bunda, kümülatif kültür adını verdiğim şeyi suçlarım. Tabii bahsettiğim bu olay sadece içinde bulunduğum nesilleri kapsıyor. Zira Frankestein da, Yıldız Gemisi Askerleri de, Dünyalar Savaşı da dönemlerinin en yenilikçi eserleriydi. Zaten bu yüzden onlara klasik diyoruz, öyle değil mi? Peki, Uzun Dünya’nın bütün bu eserlerden farklı yaptığı ve belki kendisini de klasiklerin arasına soktuğu şey neydi?
Uzun Dünya’nın hikâyesi, hemen hemen bütün bilim kurgu hikâyelerinde olduğu gibi bir icat ile başlıyor. Willis Linsay adında bir adamın, “Adımlayıcı” adını verdiği icadın şemasını internete yüklemesiyle dünya, bir daha geri döndürülemez şekilde değişiyor. İçerisinde güç kaynağı olarak bir patates bulunan, iki yöne çevirebildiğiniz bir şalteri olan, demir ve çelikten oluşan hiçbir parça barındırmayan, tahtadan bir kutu şeklindeki Adımlayıcı, çok basit bir mekaniğe sahip olmasına karşın, çok karmaşık bir iş başarıyor. Bizim dünyamıza tıpa tıp benzer milyonlarca Dünya arasında adımlamanızı sağlıyor.
Adımlayıcıyı elinize alıp, üzerindeki tek düğme olan şalteri sağa doğru çevirdiğinizde bizim bildiğimiz dünyanın aynısına ışınlanıyorsunuz. Tek farkı, burada insanlar yok. Dünyanın bütün kaynakları yerli yerinde, keşfedilmeyi bekliyor. Eğer aynı şeyi tekrar doğuya doğru yaparsanız karşınıza, ilk iki dünyadan bambaşka bir dünya çıkıyor ve orada da balta girmemiş doğasıyla bambaşka bir Dünya, sizi karşılıyor. Böylece yaşadığımız dünyanın benzerleri hem batıda hem de doğuda milyonlarca kere tekrarlanıyor ve sonsuz bir Dünya’ya sahip oluyoruz. Peki, bu ne demek?
Uzun Dünya’yı birçok açıdan Paralel Evrenler Teorisi’ne benzetmek mümkün. Sadece bu evrenler, insanların seçimleriyle değil doğanın seçimleriyle şekillenmişler. Bir dünyada küresel ısınma çok hızlı ilerlemiş ve dünya sular altında kalmış, diğer dünya tamamen çöl olmuş, bir dünyanın uydusu Ay hiç oluşmamış, beriki Dünya’ya çarpan meteorlar onu tamamen yok etmiş. Böyle farklılıklar tabii ki içlerinde yaşayan canlıları da etkilemiş. Bütün bunların yanı sıra her Dünya, kendi evreniyle geliyor. Ne kadar Dünya varsa o kadar Mars, Venüs, Merkür ve Güneş de o Dünya ile birlikte geliyor. Bu da başlı başına milyarlarca olasılığa kapı açıyor.
Tarım yapılmaksızın Dünya belki bir milyon insanı böyle yaşatabilecek kapasitedir. Biz on milyar kişiyiz ve dolayısıyla on bin Dünya’ya ihtiyacımız var. Fakat ansızın ona ve hatta çok daha fazlasına kavuşmuş durumdayız. Artık bu kadar büyük bir kalabalığı hayatta tutmak için tarıma ihtiyacımız yok. Peki öyleyse şehirlere ihtiyacımız var mı? Ya okuma yazmaya ve sayılara?
İçerisinde yaşadığımız dünyanın kaynaklarını artık tüketmek üzere olduğumuz ve bunun için artık uzayda kendi dünyamıza benzer gezegenler aradığımız bilinen bir gerçektir diye düşünüyorum. Peki, ya buna mecbur kalmasaydık? Ya bizim dünyamızdan milyonlarca olsaydı? Keşfedilecek milyonlarca Dünya gezegeni olsaydı? Diyelim ki Esas Dünya ismi verilen Dünya-0’ın suyu bitti, hemen Batı-1 ya da Doğu-1’e gidip su dolu bir depoyla Esas Dünya’ya geri adımlayabilirsiniz. Ya da Esas Dünya’da ağaçların kesilmesi sizin için bir sorun oluşturuyor ama aynı zamanda kağıt üretimi için size ham madde gerekiyor. Hemen bir balta alıp birkaç dünya adımlayın ve kestiğiniz ağaçları Esas Dünya’ya getirerek kağıt üretimine devam edin. Tabii bu, milyonlarca dünyanın yan yana sıralanışından oluşan Uzun Dünya’nın kuralları olmadığı anlamına gelmiyor.
Öncelikle Uzun Dünya’da adımlarken üzerinizde herhangi bir şekilde demir ya da demir alaşımları taşıyamıyorsunuz. Komşu Dünyalar’ınızdan istediğiniz kadar altın, gümüş, bronz getirebilirsiniz ama demir ile yolculuk yapmaya çalıştığınızda ellerinizin boş olduğunu göreceksiniz. Sadece külçe bir demire değil; demir paralarınız, ayakkabılarınızın demir bağcık uçları ve herhangi bir alet edevatınızın demir parçalarına da bu yolculuk sırasında elveda deyin. Bunun sebebini kitap da tam olarak açıklamıyor. Ama adımlamanın ilk kuralı bu: Yanınızda demir taşıyamazsınız.
Uzun Dünya’da adımladığınız zaman adımlamaya başladığınız konumun, komşu Dünya’daki tam olarak aynı noktasına gidiyorsunuz. Yani diyelim ki Türkiye’den adımladınız, yine Batı-1 ya da Doğu-1’deki Türkiye’nin olduğu yere gidiyorsunuz. Adımlamak konumunuzu değiştirmiyor. Bu sebeple eğer Batı-1’deki İspanya’ya gitmek isterseniz ya Batı-1’deki Türkiye’den yürüyerek gideceksiniz ya da Esas Dünya’ya dönüp, İspanya’ya bir uçak bileti alacak ve daha sonra İspanya’ya adımlayacaksınız. Batı ve Doğu Dünyaları’nda konum değiştirmenin ne kadar zor olduğunu demirin, dolayısıyla hiçbir ulaşım aracının olmamasından anlayabilirsiniz.
Bütün bunların haricinde adımlamanın insan sağlığına pek de iyi geldiği söylenemez. Çoğu insanın adımladığı her seferinde midesi bulanıyor hatta kusuyor. İnsanlar bunu çözmenin yollarını sürekli arasalar da pek başarılı olamıyorlar. Öyle ki sürekli adımlanan popüler yerlere küçük kervansaraylar yapılıyor ve adımlayan insanların buralarda rahat rahat kusmaları sağlanıyor. Bütün bunlar göz önünde alındığında insanlar, bir anda milyonlarca dünyayı hızlı hızlı adımlayamıyorlar. Bunu daha çok bir dağ tırmanışı gibi düşünün. Yavaş yavaş adımlayarak haftalar, aylar, yıllar boyunca ulaşmak istedikleri Dünyalara doğru hareket ediyorlar.
Bu noktaya kadar size adımlamanın avantajlarından ve dezavantajlarından bahsettim. Ama bu noktada sizden durup biraz adımlamanın Dünya’ya olan etkilerini hayal etmenizi istiyorum. Her adımlayan insanın, komşu dünyalardaki altın madenlerinden kucak dolusu altın ile Esas Dünya’ya geldiğini düşünün. Şu andaki dünyanın sahip olduğu ekonomik kuralların ne gibi bir ehemmiyeti kalır? Ya da Batı-1 ve Doğu-1’de Türkiye sınırlarındaki toprakların üzerinde Türk kanunları geçerli midir? Yoksa bu topraklar tamamen farklı bir dünyanın bağımsız toprakları olarak mı nitelendirilir?
Aslında Joshua da bunu merak etmişti. Böyle sorular sormadan bir adımlayıcı olmak mümkün değildi. “Willis Linsay’in arkasında arkasında bir not bıraktığını biliyorum: ‘Bir sonraki dünya tek bir düşüncenin kalınlığı kadar uzakta.'”
Uzun Dünya’nın keşfedilmesinin güvenlik açısından oluşturduğu sorunları da dile getirmemiz gerekiyor sanırım. Beyaz Saray’ın birkaç yüz metre uzağından adımlamaya başlayan biri, Batı-1’e adımlayıp biraz yürüdükten sonra Esas Dünya’ya geri adımlayıp Amerikan Başkanı’na çok da fazla düşünülmemiş bir suikast düzenleyebilir. Bunu engellemek için ise bütün Dünya Hükümetleri, önemli devlet binalarının komşu dünyalardaki konumlarına birer karakol dikebilir. Peki ya sivil halk, adımlayan hırsız veya katillerden nasıl koruyabilir kendini?
Kitabın Dünya tasarımının beni fazlasıyla heyecanlandırdığından daha önce de bahsetmiştim. Ama kitabımızın bir de hikâye tarafı var öyle değil mi? Bu kadar güzel bir hikâyeden bahsetmezsek kitap hakkında hiç konuşmamışız gibi olacağız. Sizlere elimden geldiğince Uzun Dünya’da adımlamanın ve bu dünyalarda konum değiştirmenin zorluklarından bahsetmiştim. Ama tabii ki bu imkânsız değil. Öldükten sonra kendisinin bir yapay zekâ olarak yeniden doğduğunu söyleyen Lobsang isimli bir Tibetli’nin, hikâyemizin ana kahramanı Joshua Valienté’ye Uzun Dünya’nın sonuna kadar gitmek için özel bir araç ile yolculuk yapma teklifini sunmasıyla hikâyemiz başlıyor. Doğuştan adımlayıcı olan, adımlarken midesi bulanmayan ve adımlamak için Adımlayıcı’ya ihtiyacı olmayan Joshua ve yaptırdığı özel araç ile birlikte adımlayan Lobsang, Uzun Dünya’nın sonuna kadar ulaşmak için çıktıkları yolculukta ters bir şeyler olduğunun farkına varırlar. Sonsuz sayıdaki dünyayı tehdit eden bir kötülüğe engel olabilirler mi? Eh, o kadarını da söylemeyeyim, siz okuyun.
Uzun Dünya aslında beş kitaplık bir serinin ilk kitabı. Uzun Dünya, Uzun Savaş, Uzun Mars, Uzun Ütopya ve Uzun Evren’den oluşan bu seri, 2010’lu yıllarda çıkmasına rağmen şimdiden bir klasik. Uzun Dünya ise daha ilk sayfalarından itibaren sizi kendisine bağlayan, hayallere daldıran inanılmaz bir kitap. Serinin ikinci kitabı Uzun Savaş’ın çıkmasına çok az kalmışken siz beni dinleyin, gözünüzün önündeki bu muhteşem eseri kaçırmayın. Yıllar sonra Tavşan dediydi dersiniz. Benden söylemesi…