Ne düşünüyorum biliyor musunuz? Netflix’in pazarlama departmanı muhteşem çalışıyor. Çok nokta atışı reklamlar çekiyorlar, ya da harika hedeflemeler yapıyorlar anlamında değil. Neyi pompalayıp, neyi doğal akışına bırakmaları gerektiği konusunda harika seçimlerde bulunuyorlar. Netflix’in yaptığı diziler Narcos, Making a Murderer, Daredevil ve Stranger Things‘den ibaret değil. Eğer gidip sitelerinde bir gezinirseniz, neredeyse her hafta dünyanın dört bir yanından çipil çipil dizi eklediklerini görebilirsiniz. Ancak bunların sadece, gerçekten kendilerinin de inançlarını kazananlarını pohpohluyorlar.
The Get Down da onlardan biri. Eğer Netflix’in yakınından geçtiyseniz son bir haftada, ya da YouTube’a falan girdiyseniz, görmüşsünüzdür reklamlarını. Dizi zaten radarımızda olan bir şeydi arkasındaki Baz Luhrmann ve Nas isimleri sağ olsun, ama Netflix özel bir gayret gösterdi. “Bak abim, ablam” dedi, “bu dizide özel bir şeyler var. Ben herkese bu muameleyi yapmam, bu diziye yapıyorum. Bir şans ver. İzle“. E House of Cards’ı yapan firma böyle deyince, dikkat kesildim ben de elbette. İyi ki de kesilmişim. Hani iyi diziler sizde boş vaktinizin çoğunu ona ayırma ihtiyacı yaratır ya? İşten ya da okuldan çıktığınızda kafanızın bir köşesinde bir an önce o dizinin yeni bölümüne kavuşma arzusu yanar ya?
İşte The Get Down bunu yapıyor benim için.
Dizi, esasında Straight Outta Compton filmi ne üzerineyse, neyi sembolize ediyorsa; onun daha kişiselleştirilmiş, kurgusallaştırılmış ve dizi olduğu için uzatılmış versiyonu. 2015 tarihli Straight Outta Compton, bence çok zarif bir biçimde West Coast Hip Hop’ın doğumunu, N.W.A. üzerinden anlatıyor ve bunu yaparken hâliyle sosyal sorunlara da değiniyordu. Burada da benzer bir durum var. Baz Luhrmann ve ekibi, New York’a koymuş merceği. 70’lerin sonundaki New York’un, ölüm döşeğindeyken nasıl yeni müzik akımlarını doğurduğunu incelemiş. Grandmaster Flash, Afrika Bambataa gibi efsanelerin nasıl hip hop’ı yarattığını anlamaya ve anlatmaya çalışmış.
Evveliyatla şu net bir gerçek, The Get Down, iki fiili de çok iyi yapıyor. Yani anlıyor, ve aynı zamanda anlatabiliyor. Anlıyor, çünkü dönemin popüler kültür ögelerinin ümitsiz alt sınıf gençlerine nasıl ilham verdiğini çözmüş ilk başta. Bu muhtemelen The Get Down’ı izleyene kadar haberiniz yoksa, diziyi izlerken size çok absürt gelecek bir şey. İnsanların kendilerine “Shaolin Fantastic” demeleri, birbirleriyle “Çekirge” diye konuşmaları, Star Wars’tan replikleri gerçek motivasyon cümleleri olarak sarf etmeleri… Ama bu gerçekte de öyle. Dönemin Bruce Lee filmleri, Star Wars ve çizgi romanlar gerçekten de büyük etki etti hip hop’ın yükselişine. The Get Down ilk doğrusunu, bu bağlantıyı ciddiye alarak yapıyor.
Aynı zamanda çok iyi ve doğru anladığı bir başka şey de, hip hop‘ın yükselişinin disco‘dan bağımsız olmadığı. En azından New York öznelinde. Batı Yakası daha ziyade funk müzikten koparak geldi hip hop’a, ama Doğu’da işler Motown’ın gölgesinde büyüyordu. Baz Luhrmann bunu da mükemmel yedirmiş hikayeye. Öyküde disco’yu temsil eden karakterler ve hip hop’ı temsil eden karakterler, özellikle iki başrol nezdinde kusursuzca gölge bırakıyorlar perdeye. Esas çocuğumuz Zeke ve esas kızımız Mylene‘in kimyası da tutuyor ya, aynı disco ve hip hop’ın kimyalarının farklı dallardan tuttuğu gibi? İşte o an bir alkış daha koparasınız geliyor.
Ve son iyi anladığı şey: sosyal sorunlar. Straight Outta Compton da buna değiniyordu elbette. Ancak yine burada bir yaka farklılığı var. Altın Eyalet’te siyahi ve Hispaniklerin esas problemi, polis şiddetidir. Öyle olmuştur, öyle de olmaya devam etmiştir 90’lara kadar. Doğu’da ise iş başkadır. Orada daha ziyade bir emlak şiddeti yaşanır. The Get Down, benim tarihsel belgelerden okuyup dumur olduğum şeyi, bir kontra-kültürün doğumuna bağlayan ilk eser değil. Ama şüphesiz, bunu yapanlar arasında The Get Down kadar büyüleyici bir duruluğa kavuşturabilen yok. New York’un, özellikle de Bronx’ın yaşadığı fiziksel yıkımı, sakinlerinin yaşadığı duygusal yıkıma götürüp, oradan “bu hepinizin hayran olduğu müzik hangi yaradan çıktı” sorusunu soruyor. Ve cevaplıyor da.
O cevaplayışı da ayrı güzel işte. Anladığı şeyleri anlatması bu da. Muhteşem bir görsel lisanı var dizinin. Kostümler, renkler, cümbüş… Ekran görüntüsü al, kartpostal diye uzaktaki sevdiklerine yollarsın yani; o kadar püripak, o kadar büyüleyici. Ama ondan da öte, beni en çok vuran dili oldu dizinin. Dili, konuşma dili yani. Kelimeleri. Rap’in altında her şeyden önce güzel kelimelerin yattığını biliyor Baz Luhrmann. Bunu da alıp, vura vura gidiyor. Californication yazımda da söylemiştim zaten, iyi konuşan karakterlere sahip bir dizi, beni hep vuruyor, ilham veriyor, gaza getiriyor. The Get Down, bunu bir adım öteye de taşıyor işte.
Çünkü sadece iyi konuşmak değil mesele. İyi şiir aynı zamanda. Kelimeleri bir araya getirip düz bir zeminde onları parıldatmaktan da öte, onlarla seksek oynamak, onlarla ip atlamak. Yerlerini değiştirip kafiyelendirmek, bir hikayeyi ahenkle anlatmak. Ezekiel kelimelere dans ettiren bir adam. Ve o dansını izlerken, siz de kendinizden geçiyorsunuz. Bu noktada gerçekten izlediğim en iyi şiir-dizi olabilir herhalde The Get Down. Ve sırf bu bakımdan bile –saydığım diğer tüm sebeplerin üstüne– gerçekten izlenmeyi hak ediyor. 2016 bize dizi bakımından çok iyi davrandı, Netflix öznelinde çok güzel şeyler izledik tüm yıl boyunca ama, benim şahsi –fena hâlde sübjektif– fikrimi sorarsanız, The Get Down onların arasında özel bir yerde duruyor. Herkese göre değil, ama seven çok sevecek, söyleyeyim.