Varoluş garip bir şey. Kişiliğimiz, özgür irademizin var olup olmadığı bir yana, sadece ve sadece var olduğumuz gerçeğini sindirmek bile zor. Sadece ismini duymak bile insanda müthiş bir garipseme yaratıyor bazen, oysa alışmamız lazımdı, beyin öyle işlemiyor ki, on altı yıldır aynı iki heceyle çağrılan birinin beyninin mutlaka alışması gerekirdi. Ama olmuyor. Dışarıdan bakılınca bir suretiniz var, insanların belli harfler kullanarak sizi çağırma potansiyeli var, tümüyle acayip bir olay var olmak, Sartre çok haklı. Var olduğumuzu kabullendik diyelim, neden karşımızdakine bağırdık az önce? Ya da neden tefeci ve kız kardeşinin kafasına baltayı saplamış öylece duruyoruz? Acaba doğuştan bazı davranışlara yatkın mıyız, hamurumuzda mı var yoksa nasıl bireyler olarak yetiştirildiğimizle mi ilgilidir yaptıklarımız? Yoksa ikisi birden mi?

Her ne olursa olsun, insan ruhunun en iyi çözümlemesi, o insanı garip durumlara sokup verdikleri tepkileri ölçmekten başka ne olabilir? O garip ilginç karakterleri daha da ilginç olayların tam ortasına yerleştirip ne tepki vereceklerini laboratuvardaki bir beyaz önlüklü edasıyla incelemek, hem de bunu ancak kelimeler vasıtasıyla yapmak… Yazar olmanın aslında insan hayatıyla deney yapmak anlamına gelebilmesi, mürekkebin kana, kağıdın ete dönüşmesi. Kendi geliştirdiği sıvı yardımıyla iki farklı kişiliğe, hatta fiziğe bürünsün bu karakter; bir otel odasına, hiçliğin ortasına yerleştirilsin, ardından altmış dört karelik siyah beyaz bir oyuna histerik bir takıntı kazansın; katip olarak çalışmaya başlasın ancak bir noktada ”yapmamayı tercih ettiği” için hapse girsin; ya da bir böceğe dönüşsün, bununla ilgili olarak en büyük endişesi işe gidememek olsun; diktirdiği paltosunu kaybetmek onu öyle kahretsin ki yatağa düşsün. Bir gün, St. Petersburg sokaklarında ilerleyip işe varsın, ne için mi? Görünüşü aynı, davranışları tam zıddı ikizini, meslektaşlarını etkilerken görmek için elbette.

the double - öteki

Dostoyevski’nin Öteki‘si de bunu konu ediniyor. Tamamen sakin, yumuşak huylu hatta pısırık karakterimiz görünüşü aynı, davranışları küstah ikizine karşı ne yapacak, ne yapamayacak? Peki Richard Ayoade, buram buram Çarlık Rusya kokan bu hikâyeyi beyaz perdeye nasıl aktarmış?

The Double’ı tek cümleyle tanımlamam gerekse ‘Rus hikâyesinden bol Japonca müzikli bir Amerikan filmi çıkarmışlar’ derdim. Baştan sona garip seçimlerle ilerliyor film, sonrasında anlıyorsunuz ki edebiyatta da olduğu gibi, yer ve zaman sadece birer araçmış, anlatılan şey bundan daha büyükmüş. Bazı şeyleri muallakta bırakıyor ve bunu aşırı bilinçli bir tercihle yapıyor film, bu tercihler de pek radikal, pek garip. Zaman ve mekân ile ilgili çok az fikrimiz var, olayların hangi ülkede veya hangi tarihte geçtiğini anlaması çok zor ama gereği de yok zaten. Önemli olan insan hayatıyla yaptığımız deney. Önemli olan, size tıpatıp benzeyen biri çıkıp tüm hayatınızı çalsa, siz de Aziz Nesin öyküsünden fırlamış gibi var olduğunuzu kanıtlamaya çalışsanız ne yapardınız diye sorması. Naziklik adına şu dünyadan silinip gitmek doğru mu, yoksa hepimizin üstün insan -Übermensch belki?- mı olması gerekiyor?

Simon‘ın talihsizliği film boyunca değişmeyen en büyük faktör olarak kalıyor. Bomboş bir otobüste yerinden kalkması istenince hemen itaat eden tek kişi Simon şu dünyada, kendi iş yerine girmek için her gün misafir belgesi alan tek kişi. Onun karakteri bu: pısırık, silik, öyle ki var olmayı hak etmiyor. Kendisinin fiziksel varlığına inanmayı kesmiş, sokaklarda bir hayalet olarak dolaştığına çok emin biri o. Zaman ve mekândan yoksun şu kasvetli dünyadan yürüyüp geçecek.

the double - moviescene

Bence zaman ve mekân kavramından yoksunluk oldukça cazip bir şey, bir kısıtlama söz konusu değil demek çünkü. Hangi yılda geçtiğini kestirmek pek mümkün değil çünkü dekor, kostümler, ışıklandırma, hepsi çok teatral kalıyor. Filmin absürtlüğüne ve vurdumduymazlığına yakışıyor. Mekânı düşününce Çarlık rejiminin memur sınıflandırmasını (Yakov Petroviç Golyadkin, yedinci dereceden bir memurdu) kullanmak, bütün bir iş yerinde insanların tek amacının teğmenlerine yaranmaya çalışması da distopik duruyor. Bir yandan modern bir tavır takınıyor, bir yandan klasik bir tarzı var. Televizyon deseniz garip reklamlar ve tuhaf cyberpunk dizilerle dolu. Kıyafetler ilginç ve karakteristik. Işıklandırma neon tonların insan cildine yansımasıyla şimdiki moda, sinematik. Renk paleti muazzam, kasvetli ama sanki filmdeki ışıklandırma dâhil bütün öğelerin amacı Simon ile alay etmek. Sonuçta görsel olarak çok harika bir doksan üç dakika çıkıyor ortaya. Oyunculuklar da çok iyi, Jesse Eisenberg karşıt iki karakteri çok iyi canlandırıyor, sahne sahne gömlek ve ceketini göğsünde taşıyışı, yürüyüşü bile değişiyor.

Müzikleri Japonca şarkılar ile Andrew Hewitt tarafından film için özel olarak bestelenmiş eserlerden oluşuyor, trajikomik anlarda çalmaya başlayan neredeyse alakasız şarkılar ile durumun dramatikliğine tam oturan ağır ve ciddi klasik parçalar arasında seyrediyor. Absürt bir mizah, kara komedi ve ciddilik arasında dolanıyor film, bazen absürtlüğe boğulsa da oldukça ilgi çekici bir tonu var, beyhude bir dünyada beyhude karakterler işte, daha ne isteyelim? Gülmekle ağlamak arasında seyrediyor film, evsize ayakkabısını veren, bir sahne sonra annesine telefonda ”Evet anne, hayal kırıklığı olduğumu biliyorum,” diyen bir baş karakterimiz var sonuçta. Olaylar da, insanların bu olaylara tepkileri de birbirinden absürt ancak aynı zamanda karanlık. Sanırım karakterimiz kadar seyirci de bir kişilik bölünmesi geçiriyor bu konuda, film ya çok kasvetli ya da çok absürt bulunuyor pek çokları tarafından. Oysa aslında gerçek hayat da böyle karmaşık bir şey, gerçek insanlar da en az Simon kadar bipolardır bence, bir tarafları beyaz ise öbür tarafları şeytanidir.

Simon, belki de hepimizin muzdarip olduğu bir hastalığa mensuptur. Kişilik bölünmesi, çok kısa sürede kısa mesafeler katedebilen, kısa sürede acayip teknolojik değişimler yaşayan modern insanın sıkıntısı değil midir biraz da? İnsanın içindeki pislikle meleği birleştirmesinin bir yolu yok mu? Yoksa hepimizin Simon -Yakov Petroviç mi demeliyim?- kadar ağır bir bedel ödemesi mi gerekiyor?

Author

İstanbul'da yaşıyor, buraya yazacak havalı bir şey de bulamadı. @charles_bourbaki

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.