Dünyanın en prestijli film festivallerinden biri olarak gösterilen Venedik Film Festivali’ni bu yıl Geekyapar olarak ilk kez yerinde takip etme şansına eriştik. Yoğun geçen bir uluslararası festival takvim yılına Avrupa’daki üç büyük festivali (Berlinale, Cannes, Venedik) de yerinde takip ederek veda etme heyecanını da Geekyapar olarak ilk kez deneyimlemiş olduk. Lido Adası’nda başlayan ve yıldızları kırmızı halısında toplayan dünyanın en eski film festivali Venedik Film Festivali’nin seçkisi açıklanır açıklanmaz dahil ettikleri ve etmedikleriyle tartışma yaratmış ve Noah Baumbach’ten Park Chan-wook’a “A-Klas” yönetmenlerin filmlerini festivalin seçkisinde görmek izleyici beklentisini bir hayli yükseltmişti.
En çok beklenen filmlerinin birçoğunu dünya prömiyerinde izlediğimiz festivalin beklentileri karşılamak konusunda birçok izleyiciyi ikiye bölecek bir şekilde ilerlediğini söylemek mümkün. Keza “ağır top” diye nitelendirdiğimiz yönetmenlerin filmlerinin en azından eleştirmenler nezdinde yaratılan beklentiyi karşılayamamış olması kafaları karıştırmış olsa gerek festivalin ilk haftasının sonuna kadar net bir favori belirlemek neredeyse mümkün değildi. Altın Aslan ödülünün kime gideceğinin kestirilemediği bir ortamda festival sezonu haricinde kimsenin pek gitmediği Venedik adası Lido’da tüm dünyadan gelen sinemaseverlerin oluşturduğu “kutlama” coşkusunun Cannes’la yarışır bir biçimde ilerlediğini söylemek mümkün. Ne yazık ki Avrupa’daki üç büyük festival arasında bilet sisteminin en “hantal” ilerlediği festival Venedik Film Festivali idi. Gösterim sayısının bir hayli az olması bazı çok beklenen filmlere zamanında bilet bulamamanızla sonuçlanabiliyor.

Bu yıl deneyimlediğimiz üç festival arasında istenilen filme (bu söylediklerim basın gösterimleri kapsama alınarak değerlendirilmiştir) yer bulabilme açısından Berlinale’nin, bilet sisteminin hızlılığı ve sorunsuzluğu konusunda ise Cannes’ın zirveye oynadığını söylemek mümkün. Bilet sisteminin bir hayli eleştirildiği Venedik’te seyircinin en çok odağına aldığı filmlerin neredeyse hepsini görebilmiş olmak da bir kez daha şanslı olduğumuzun bir göstergesi gibiydi.
Festivalin en şöhretli salonu Sala Grande’de Werner Herzog’a verilen onur ödülünün ardından seçkinin ve ana yarışmanın ilk filmi, Paolo Sorrentino’nun La Grazia’sı kurgusal bir İtalyan başkanın (Mariano De Santis) özel hayatından kesitler sunarak yönetmenin “büyük” oynadığı sinemasına ayak uydurma çabalarından ibaret. Sorrentino’nun yarattığı kurgusal bu politikacı figürü De Santis, “Hip-Hop” dinlemesi ve insanlarla samimi ilişkiler kurmasıyla post-modern düşler peşinde koşan, sağ görüşlü liderlerden çok çekmiş İtalya’ya duyduğu aşkı her filminde altını çize çize anlatmaya çalışan Sorrentino’nun filmografisinde Parthenope’dan bir kademe ileri bir konumda yer alsa da yönetmenin The Hand of God’daki başarılı geri dönüşüne yaklaşamayan bir yapıda ilerliyor. Festivalin seyirci ilgisi altındaki yapımlarından La Grazia, yönetmenin bir başka kendini bulamayışına dönüşmekten kurtulamıyor.

Ana yarışmanın bir diğer ilk gün filmi olan László Nemes’in Orphan’ı, yönetmenin Son of Saul ile yaptığı etkili çıkışın devamını getiremeyen bir diğer drama. 1950’ler Macaristan’ında çürümüş bir rejimin ve iki dünya savaşının Yahudi bir ailede bıraktıklarını ve bırakamadıklarını bir çocuğun gözünden izlediğimiz filmde inanç ve aile kavramlarıyla bütünlenmiş ve stilize görüntü yönetmenliğiyle büyük oynamaya çalışılan bir yapım sunulmaya çalışılıyor. Bir noktadan sonra tahmin edilebilir ve karikatürize bir hal alan filmin yönetmenin sinematografisinde ön sıralara çıkması elzem gibi görülse de festivalin ana yarışmasının parlayamayan filmlerinden birine dönüşüveriyor.
Yan bölümlerde izlediklerimize göz atacak olursak “Orrizonti” seçkisinin en kayda değer yapımlarından biri Slovakya yapımı Olec (Baba) oldu diyebiliriz. Sala Darsena’da galasında izlediğimiz filmin trajik bir olay sonrasında bir babanın gözünden hiç de fena olmayan bir gerçeklik anlayışıyla hayatların değişimine odaklanışı, maskülen varoluş sancıları çeken bir erkeğin tek yönlü bakış açısından çok izleyiciye sunduğu çeşitlilik ile fark yaratan Tereza Nvotová, Orrizonti bölümünün duygu yoğunluğu en yüksek filmlerinden birine imza atmış. Sade fakat bir o kadar da etkileyici görüntü yönetimi de zirveye oynamaya hak kazanıyor.

Fransız sosyal gerçekliğine yeni bir deneme olarak adlandırılabilecek Valérie Donzelli’nin yeni filmi At Work (À pied d’œuvre), birkaç kitap yazmasına rağmen hâlâ tam anlamıyla başarıyı yakalayamamış bir yazarın hayat şeklini tamamen değiştirerek edebiyata tutunmasının son derece Fransız bir hikâyeleştirme şekliyle karşımıza çıkmasından ibaret. Yer yer mizahıyla tatlı gülümsemeler yaşatan film, bu yıl Berlinale’de izlediğimiz Ari filmiyle kimi zaman rekabete giriyor ve anımsatmalar yaşatıyor. Seçkinin öne çıkmayan filmlerinden biri olarak yoğun festival temposunda arada bu tarz filmlere de ihtiyaç duyulduğunun kanıtı hâline bürünen bir Fransız filmi At Work.
“Yarışma Dışı” bir şekilde kurgu dışı yapımlar arasında izlediğimiz Makedonyalı bir çiftçi ve bir leyleğin derin ve duygusal hikâyesinin anlatıldığı The Tale of Silyan, film festivallerini neden sevdiğimizin kanıtı niteliğinde hoş bir seyirlik. Festivaller dışında pek izleme şansına erişemediğimiz ve büyük bir özenle bir araya getirilmiş filmlerin duygusal yoğunluğunun hissedildiği filmde aile ve göç kavramlarıyla tutarlı bir sinema dili inşa edilmiş ve kurgu dışı filmcilikte kendi adına ufak bir çığır açmış hâle bürünmüş. Honeyland ile tanıdığımız yönetmen Tamara Kotevska’nın filmografisinde parlayacak bir diğer doğa ve insan ilişkisi portresi daha.
Festivalin temel gidişatını ve arda kalanlarını konuştuğumuz Venedik Film Festivali ilk yazısında, filmler arasındaki atmosferi ve gözden kaçmış olabilecek yapımları ele aldık. İkinci yazımızda Lanthimos’tan Noah Baumbach’e en çok beklenen yönetmenlerin yeni filmlerine belirli bir bakış atmış olacağız. Bugonia, Jay Kelly veya Jim Jarmusch’un yeni filmine dair beklenti yaratan izleyiciyi bir sonraki yazıda görmek dileğiyle.