2020’nin ilk ayından merhabalar hepinize! Yeni bir on yıla girdik, zaman ne kadar da hızlı geçiyor! Sevdiklerinize bakınca ne çabuk büyüdüler deyip ağlamıyor musunuz, her şey çok çabuk değişmiş gibi gelmiyor mu? Elbette kişisel hayatımız geçmişe kıyasla büyük çapta değişti ama ben bugün böyle küçük değişikliklerden bahsetmeye gelmedim. Merceğimizi biraz daha yukarıya çekelim, zamanın getirdiği değişikliklere daha geniş bir açıdan bakalım istiyorum. Örneğin, büyük hızla gelişen alanlardan biri olan teknolojinin zaman içinde güçlenmesi sonucunda hayatımıza daha önceden hiç duymadığımız terimler girdi ya, o terimlerden birinden, yapay zekâdan bahsedelim.
Asimov romanlarından fırlamış yapay zekâlardan bahsetmiyorum, çok isterim bir gün sizinle sayfalarca Asimov tartışmayı ama olaya daha gerçekçi yaklaşmayı tercih ediyorum. Size, sanattan anlayan yapay zekâlardan bahsedeceğim. Makineden sanatçı mı olur, diye düşünüyorsanız, şaşırmaya hazır olun zira yapay zekâlar artık sanatçılara yardımcı oluyorlar. Hatta bazen, sanatçının ta kendisi oluyorlar!
Yapay zekâ dediğimizde neden bahsettiğimize bir açıklık getirelim önce. Yapay zekâ, bir başka deyişle AI (Artificial Intelligence), en basit tanımıyla kendisine verilen çeşitli görevleri tıpkı bir insan gibi yerine getirebilen, insan eliyle oluşturulmuş robot veya genel anlamda makinelere deniyor. İnsanların yüklediği verilerin doğrudan çıktısını veren bir robottan bahsetmiyoruz, kendi kendine öğrenebilen ve bu şekilde kendini geliştirebilen bir robottan bahsediyoruz. Tıpkı bir bebeğin yürümeyi, konuşmayı ve zaman içinde resim çizmek gibi daha karmaşık işleri yapmayı kademe kademe öğrenmesi gibi.
Günümüzde yapay zekâ dendiğinde akla gelen belki de son şey sanat. Bu konuda haksız da sayılmayız, sonuçta sanat, daha insana özgü geliyor bize. Sanat, bizim için, kendimizi ifade etmemizin bir yolu; bir kaçış, insanın kafasında biriken ve onu dibe çeken düşüncelerin ağırlığından bir şekilde kurtulması. İnsanlar olarak pek çok şey yapmaktan aciz olduğumuzun farkındayız. Buna rağmen bu hayatı yaşanılabilir kılacak belki de yegâne şeye sahibiz ve ona tutunuyoruz: Yaratıcılığımız. Durum buyken yapay zekânın ne derdi olacak ki sanat yapacak, bize bir şeyler hissettirebilecek diye düşünmek çok normal. Bir kere yaratıcılık insana özgü bir duygu değil mi kardeşim, bir yaşanmışlık gerektirmiyor mu?
Algoritmik Sanat ile Tanışın!
Algoritma sanatı olarak da bilinen bu sanat akımı, isminden de anlaşılacağı gibi belirli bir algoritmanın sonucu olarak üretilen sanat eserlerini tanımlarken kullanılıyor. Sanatta bir sınırlama olmadığı gibi bu sanat akımında algoritma olarak tanımladığımız kavramın da tam bir sınırı yok. Öyle ki bir algoritma sanatçısı, nam-ı diğer algorist olan Roman Verostko, camiler gibi İslamî yapılarda kullanılan geometrik desenlerden ve Rönesans döneminde yapılan resimlerinden bahsederken “algoritma sanatının öncüleri” lafını kullanmış. Tabii ki Rönesans döneminde kimse Python kullanarak algoritma yazamıyordu. O hâlde, Algoritmik Sanat kapsamında kullanılacak olan algoritmanın sadece sanal ortamda oluşturulmasının gerekmediğinden bahsedebiliriz. Yani, alalım kalemi kağıdı, bence bir deneyelim hepimiz.
Bu akımın ne kadar başarılı olduğunu merak ediyorsanız şunu dinleyin: Hugo Caselles-Dupré, Pierre Fautrel ve Gauthier Vernier isminde, kendilerine Obvious ismini veren üç Parisli sanatçı, yapay zekâ kullanarak bir sanat eseri ortaya çıkartmayı kafalarına koymuşlar. Bunun için de iki parçadan oluşan bir algoritma yaratmışlar. Sisteme 14-20.yüzyıl arası yapılmış 15.000 portre girmişler ve sonuç olarak “Portrait of Edmund Bellamy” ismindeki bir portre ortaya çıkartmışlar. Sanırım bunun için sistem ortaya çıkartmış demek daha doğru olur zira eseri asıl çizen bir yapay zekâ. Yukarıdaki resimde yer alan portre, işte bu bahsettiğim portre. Eserin 7.000 ila 10.000 dolar arasında bir fiyata satılacağını düşünmüşler fakat işler tahmin ettikleri gibi gitmemiş. Portre açık artırmada 432.000 dolara satılmış! Van Gogh’un yaşadığı dönem kendi eliyle oluşturduğu tabloların alıcı bulamamasını göz önünde bulundurduğumuzda bu başarı bir makine için fena değil, haksız mıyım?
Refik Anadol
Eh, yapay zekânın da artık zenginlerin salonlarında sergilenmeye değecek sanat eserleri ortaya çıkarabileceğini öğrenmiş olduk. O hâlde bazı örnekleri incelemeye ne dersiniz? Refik Anadol’dan bahsedebiliriz mesela zira kendisinden bahsetmek için can atıyorum desem yeridir.
1985’te İstanbul’da doğan Refik Anadol, şimdi University of California Los Angeles’ta Medya Sanatları bölümünde öğretmenlik yapıyor. Öğretmenlik yapıyor diye sanatçı kimliğinden taviz vermeyen Anadol, sanatını yapay zekâ üzerinden konuşturuyor demek mümkün. Küçüklüğünde Blade Runner izlediği zamandan beri teknolojiye ilgi duyan yetenekli bir sanatçı olarak yapay zekâyı keşfetmek, kendi sanatında bir dönüm noktası olmuş. Refik Anadol, eserlerinde makine öğreniminden faydalandığını inkâr etmese de makinenin hiçbir zaman tam anlamıyla öğrenmesini istemediğini de belirtiyor, böylece makinenin kendi “hayal gücü” için yer açılmış olacağını düşünüyor.
İstanbul’da da zaman zaman sergi açan sanatçının belki de en büyük eseri Machine Hallucination. Bu eser için, Refik Anadol ve ekibi, kendi oluşturdukları bir algoritmaya milyonlarca New York fotoğrafı yükleyerek çalışmışlar ve sonucunda özünü, gerçek anlamda New York’tan alan bir sergi çıkmış ortaya. Sanatçı, bu projede kullanılan veri havuzunun bu şekilde bir proje için kullanılan en büyük veri havuzu olduğunu belirtiyor. Teknoloji ve sanat arasındaki sınırları zorlamaktan korkmayan bir sanatçı olduğunu söyleyen Refik Anadol, bu sergisinde bilim kurgulardan fırlamış bir odaya yerleştirdiği projeksiyon ve ses sistemini kullanarak makinenin kendi “hayal gücü” ile yapabilecekleri konusunda insanları şaşırtmak istemiş. Machine Hallucination, aynı ismi gibi, bir makinenin nasıl halüsinasyonlar ortaya çıkartabileceği üzerine bir deney. Anadol, katılımcıların New York’ta olduğunu gerçek anlamda hissetmelerini istiyor, zaten her bir parçası New York hakkındaki verilerden oluşturulan bir serginin sizde farklı hisler uyandırmasını bekleyemezsiniz.
Nvidia GauGAN
Teknoloji ile sanatın birleşimini görmek için bir Refik Anadol olmaya gerek yok elbette. Hepimiz biliyoruz ki teknolojinin gelişmesi demek, daha çok kişiye, daha kolay ulaşması demek. Burada da Nvidia duruma el atmış.
GauGAN adındaki program sayesinde çizdiğiniz her şeyi, gerçekçi bir sanat eserine dönüştürmeniz mümkün. Her şeyden kastım, gerçekten her şey. Hani internet yokken Paint açarsınız da rastgele yerleri boyarsınız ya, aynen o anlamda her şey. Bir algoritma sayesinde solda bilgisayar farenizi kullanarak yaptığınız şaheserler, sağ tarafta gerçek bir fotoğrafmışçasına yenileniyor. Kendinizi tam bir sanatçı gibi hissediyorsunuz, artık Instagram tanıtımınıza “algorist” yazabilirsiniz.
Tüm bunların ışığında en başta sorduğum soruya bir geri dönelim istiyorum. Teknolojinin sanat ile el ele vermesi, sanatseverleri ikiye ayırıyor. Bir tarafta, sanat dediğimiz kavramın tanımlanamayacağını ve dolayısıyla ortaya konan bütün ürünlerin bir şekilde sanat eseri olabileceğini, yani yapay zekânın da sanat eseri oluşturmasında bir sıkıntı olmadığını savunanlar var. Öbür yanda ise sanat için duygu ve düşünce gerektiğini ve yapay zekânın hiçbir zaman tam olarak insanları anlayamayacağını, dolayısıyla ortaya koyacağı eserin de sanat olamayacağını dile getirenler var. Fakat bu görüş de başka bir problem ortaya çıkartıyor, sanatın sınırlandırabileceği anlamına geliyor. O hâlde, bu argüman sonucunda bizde belli hisler uyandıran her bir parçaya sanat eseri dememiz mümkün değildir gibi bir yargıya ulaşılıyor.
Merak ediyorum da, sizin düşünceniz ne? Sizce yakın zamanda sanat için bile insan eline ihtiyaç duyulmayacak olması mümkün mü?
1 Comment
Çok teşekkürler. Güzel bir yazı olmuş. Bilhassa yazının sonundaki sorular için aldım yerimi yorum köşenizde.
Sorulara bir cevabım varmışcasına yaptığım intro’mu şimdilik dikkate almayın. Çünkü cevaptansa, yeni sorularım var.
Bu konuyu uzun zamandır düşünüyorum. Kafamda hep aynı denklem çıkıyor: X = X
İnsan zekasının yarattığı bir “yapay” zeka. İnsanın “bugünkü” halinin dijital versiyonu. Yani bir klon, bugüne kadar öğrendiklerimizi uygulayan bir sistem. Bizden daha hızlı düşünür, yorulmaz, uykusu çişi gelmez, bilgileri hızlıca karşılaştırır, geçmiş verilerden geleceği bile tahmin edebilir.
Ancak yaratıcılık ve beraberinde getirdiği ürün olan “sanat”, başka gereksinimlere sahiptir.
Bizim zeki diye umut bağladığımız robot, elimizde bulunan her şeyin bin bir versiyonunu yaratabilir. Yapay zeka elindeki sınırsız veriler yardımıyla, keskin geometrik şekilleri Picasso eserlerini andıran, fırça izleri Van Gogh gibi olan, dramatik sahne ışıkları Tintoretto edasından şaşmayan bir tablo ortaya çıkartabilir. Eminim yakın gelecekte, sipariş üzerine ortaya meze tabağı hazırlarmışçasına sıfırdan şaheserler, senfoniler yaratabilir: Yaylılar Mozart tarzı olsun, hafif Salieri dokunduralım, piyanoyu Ray Charles’a adapte et, sözler Serdar Ortaç’tan.
Algoritma bu tür karışımları, yep yeni eserleri, çok kısa bir sürede tamamlasa da, elinde olan malzemeyi (yani veri havuzunu) evirip çevirip farklı formlara sokmaktan başka bir şey yapmayacaktır.
Bize bir akım sunabilir mi? Yeni bir tür çıkartabilir mi? Rock and Roll’un 1950lerdeki doğuşu gibi, yüzyıllar öncesinde klasik müziğin yavaşça Avrupa’yı sardığı gibi, elektronik müziğe yön veren Berlin Teknosu gibi, çağın insanlarını yeni bir serüvene taşıyacak “trend”i meydana getirebilir mi?
Goya, resim tarihini neoklasisizmden romatik döneme taşıyan adımları atmak için mi almıştı fırçasını ele? Yoksa, içindeki hisleri, duygularının dalgasını anlatmak için tercih ettiği yolun bir meyvesi miydi? Peki ya edebi eserler? Sıyırmış bir zekaya sahip olmadan Nietzsche’yi nasıl geçebiliriz? Aşık olmadan Yahya Kemal’i? Yapay zekaya yüz binlerce kutu örneği verip, algoritmasından ‘kutunun dışında düşünmesini’ nasıl bekleyebiliriz?
Kısacası, bugüne kadar tanıdığımız sanat eserlerinin farklı versiyonlarını sınırsız defa üretecek makineler geliştirebiliriz. Ama çağ açıp kapatacak, bakış açımızı şekillendirecek ve insanlarda yeni duygular uyandıracak eserler yapmak için geliştirdiğimiz yapay zekalarımız şimdilik çok ruhsuz. Bir savaştan kaçmıyorlar, sevgilileri terk etmemiş, uğruna canlarını feda edecekleri bir ideolojileri yok, eserlerinden gururlanacak kibir yumağı egoları yok.
Bizler insan bilincinin gerçekten ne olduğunu çözmeden, yapay zekalardan sadece insanlığın bugüne kadar edindiği bilgi birikimini analiz ederekten bizlere sunacakları, taleplerimize odaklı olarak optimize edilmiş “kopyaları” teslim alabiliriz. Belki de önce “yaratıcılığın” kökenini çözmemiz gerekmektedir. Yaratıcılığın kaynakları nelerdir? Motifleri nelerdir? Zenginlik? Ün? Eski sevgiliyi kıskandırma? “Yapamazsın” diyenleri yanıltma? İlahi aşk? Kalın bir çizgi kokain ve bir miktar kenevir? Farklı olma merakı?
Neden daha önce yaratılmamış olanı yaratmak istiyoruz? Ve bunun başarısı ne zaman tasdikleniyor? Şarkını dinleyen, kitabını okuyan, resmini gören insanların tüyleri diken diken olunca mı?
Yorumun en başında, cevaptan uzak olma ve aksine bir avuç dolusu sorularla kafa yorma uyarısını zamanlıca yaptığım için monoloğumdan şimdilik rahatsızlık duymuyorum.
Ama bence formülümüzü bu yönde geliştirirsek -yani bilincin ve yaratıcılığın kökenlerini kavrayarak-, belki günün birinde yapay zekaların da elinden çıkmış eserler vücudumuzda heyecan verici hisler tetikleyebilir.