Yazar: Cansu Özbay
Otobüste pencere kenarında oturan kız, camın hemen birkaç santim ötesinde uzanan beton duvara dikti gözlerini. Duvar, çatlaklarla kaplı gövdesini heybetle yolcuların üzerine geriyor, sağladığı bu güvenli alandan çıkmalarını engellemek ister gibi gerindikçe geriniyordu. O kadar devasaydı ki gözlerini kaçırmaya imkân dahi vermiyordu. Kız bunalmış bir ifadeyle kafasını, duvarın üzerinde asılı kalmaya uğraşan bir avuç maviliğe kaldırdı. Bir süre bu şekilde gittikten sonra sonunda gri bekçi, ısrarcılığından sıkılan misafirlerine mahcubiyetle boynunu eğip geri çekilmeye başladı. Boyu tekerin her dönüşünde gittikçe kısalıyor, hatta katı bedeninin çatlaklarının arasında ara sıra ürkek yeşil filizler belirip kayboluyordu. Kız bu sefer ilgisini yoğun bir dikkatle o cılız yeşilliklere odakladı. Düşman hattını delip geçen savaşçıları büyük bir kıvançla izliyordu. Bir müddet sonra direnişçiler o kadar çoğaldı ki yeşil ve hafif kızarmış yapraklar duvarın griliğini neredeyse kapatmış, onu alışkın olmadığı neşeli bir hale sokmuşlardı. Kız başını çevirip etrafına baktığında, yanındaki insanların yüzlerinde de gizli bir sevinç ibaresi olduğuna yemin edebilirdi.
İşte çevre ile sanatın iç içe geçmiş hallerinden bir örnek. Yazı dilinin tuğlası kelimelerden güç alarak, bir duvarın insanlar üzerinde oluşturabildiği ruh halini vermeye çalıştım. O anları alıp önünüze canlı canlı koyamasam da zihninizdeki oynat tuşuna basmanıza ve kısaca kafanızda canlandırmanıza yardımcı olmuşumdur umarım. Bu parçadaki gibi çoğu hikâyede çevre, kurguyu çokça besleyen görünmez bir diğer başkarakter. O kadar önemli ki bazı anlatıcılar sırf uzunca tasvirler yaparak karakterin geçirdiği dönüşümleri vurgularken bazıları da mürekkepleriyle boyadıkları karlı dağlarda ya da uçurumlu dönemeçlerde soluksuz keşiflere çıkarıyor okuyucusunu. İlk aklıma gelen örnek, efsanevi betimlemeleriyle dünyasını ustaca oyan Tolkien mesela. Peki bir adım daha ileri giderek çevrenin bizzat görünür olduğu bir sanat biçimini konuşabilir miyiz? Yani inşa edildiği temel yapı taşı görüntü olan, içine her ne musallat olmuşsa bunu bizzat belli alanları şekillendirerek aktarmayı seçmiş yedinci sanatta yeri nedir çevrenin? Sinemaya platonik aşkını durduramayan bir insandan biraz da mekânların kadrajlara hayat verişine değinme zamanı geldi.
Aslında sinema pek çok yardımcı unsura sahip; müzik, kurgu, diyalog, teknoloji… Ancak varlığını devam ettirirken her zaman sırtını dayamak zorunda olacağı yegâne dostu çevre, başka bir isimlendirmeyle mekânlar diyebiliriz. Filmler, diziler, klipler ya da görsel video üretiminin herhangi bir şeklinin sahip olduğu hikâye, karakterlerin adımlarıyla uzandığı şehrin köşelerde, gölgelerinin vurduğu camekânlarda, öfkelerine ya da hayallerine sığınak vazifesi gören odalarda, karmaşık bir ailenin yemek masasında yuvalanmak zorunda. Siyah ya da beyaz tek bir fondan oluşsa bile mekân, kattığı anlamla tüm gidişatı değiştirebilir. Hatta bir filmin temposunu soluk alışveriş hızına göre düzenler içinde geçtiği yerler. Gece gündüz hareketli, trafiğin ve kalabalığın kaosu içinde bir şehrin ortasında akıyorsa film, bir tık daha hızlı ve basık olabilir. Sabit düzende, geleni gideni az olan kasaba filmlerinde durgun bir akışa sahip olabilir. Konuları da değiştirebilir. Yabandaki sessiz köyde insanın ıssızlığı ve katılığı anlatılabilirken bir barda geçiyorsa benzersiz hayatların çeşitliliğine ışık tutulabilir. Bu kadar sade çıkarım yeter, örnekleri üzerinden neden gitmeyelim ki?
İlk konuğum Skam. Zamanında internet fenomenine dönüşmüş bir gençlik dizisi. Dizinin pek çok uyarlaması yapıldı ve her uyarlama, içinde geçtiği ülkenin kültürüne göre değişik çekim tekniklerine ve atmosfere sahip. Fransa’daki uyarlama biraz daha soluk renkli ve dramatik bir kurguyla ilerlerken Almanya uyarlama geniş alanlarıyla, özgünlüğüyle daha sakin akıp gidiyor. İtalya uyarlaması Egeli sıcaklığıyla bizden, ilişkilerin ön planda olduğu orta halli bir kurguya sahip. Özgünü yani Norveç uyarlaması ise doğallığı ve soğuk renkleriyle epey farklıydı zaten. Bu değişikliklerin kültür farklarından geldiği gibi iklimle ve çevreyle yakından ilişkili olduğu ortada.
İkinci örneğim Anne With An E dizisinden gelsin. Anne, dizinin başkarakteri ve müthiş bir hayal gücüne sahip. Doğaya olan aşırı ilgisi de sık sık bu hayal gücüyle kıvılcımlanıyor. Ancak başına gelen talihsiz olaylar sonucu birçok acı yaşamış ve toplumdan kaynaklı kısıtlanmalara sahip. İşte bu tezatlığı ve Anne’in kişiliğini anlatmak için yaşadığı çevreyi büyük bir başarıyla kullanmışlar. Yaşamakta olduğu yer, bakir alanlarıyla bir ada. Sık sık gitmekten keyif aldığı hatta sığındığı bir ormanı var. Uçurumun kenarında güçlü dalgalarıyla kabına sığamayan bir okyanusu var. Tüm bunlar sanki Anne’in vahşi enerjisini ve özgürleşme isteğini cisimlendiriyor. Ancak her şey özellikle kışın o kadar donuk, büyük ve ulaşılamaz görünüyor ki, kızıl saçlı küçük kızın bu ortama renk ve ısı katarkenki mücadelesinin çetinliğini kemiklerinizde hissediyorsunuz. Tıpkı insanların yüreğindeki buzları çözmeye çalışırken yaşadığı gibi.
Çevrenin içinde geçtiği yapımlara dokunuşuna dair üçüncü ve son örneğim, çocukken uzaktan ışıklarını gördüğüm ilk adan beri kalbime zincirlenmiş yegâne okul: Hogwarts. Kitaptaki halinden de bahsedebiliriz tabii ama burada sadece filmlerden yola çıkacağım. İster Harry Potter serisiyle büyümüş olun ister olmayın, sevin ya da nefret edin Hogwarts’ın büyüleyici bir bina olduğunu kabul etmelisiniz. Hatta ne binası, bahçesindeki huysuz söğüt kadar kana cana gelmiş bir varlık o. Sırf kahramanlarımızın koridorlarında dolaşarak, kapalı kapılarının arkasındaki gizemlerini çözmeye çalışarak seriyi beslemesi yetmezmiş gibi, bir de biz izleyicilerinin hayallerini süsleyerek arzu nesnesi haline gelmişti. Ve bunu bence en çok içinde büyülü olayların geçmesiyle değil, bize Dumbledore’u hatırlatan sıcaklığı ve koruyuculuğuyla başarmıştı. Hatta Harry’nin sık sık vurguladığı gibi Hogwarts bir yuvaydı. Belki keşfetmeyi seven belki de gerçeklikten kaçıp tıpkı Anne gibi hayallerinde yaşamaya çalışan çocuklara ait bir yuva. Harry Potter film serisinin etkileyici atmosferinin çoğunu başlı başına, yüzyıllardır ayakta kalışıyla öğrencilerine bilge bir merhametle bakan ve her an dile gelecekmiş gibi duran bu eski bina sağlamıştır. Ki bunu yeni serinin ikinci filminde, okula geri döndüğümüz an yaşadığınız coşkudan anlayabilirsiniz.
Çevrenin sanat üzerine kurduğu tesir o kadar güçlüdür ki bazen hiçbir ses olmadan tek bir mekânın çekimiyle birçok duygu içimizde asılır kalır. Ekrandan gözlerimize yansıyan ışığın, bizi ayın üstüne tül gibi asıldığı göl manzarasına esir ettiğindeki gibi büyülü anlarda anlayabiliriz bu tesiri. Sizin için eserin bel kemiğini oluşturan, karakterlerden daha ön plana çıkan mekânlar nereler peki?