Yaklaşın, ateşimin başına buyurun. Yalnız çok dikkatli olmalısınız, ateşler yalnız bırakıldıklarında ve canları sıkıldığında çabucak sinirlenir ve kötülüğe başvururlar. Bir ateşi mutlu etmenin en iyi yolu, yiyeceklerinizi yalamasına ve hikâyelerinizi dinlemesine izin vermektir. O halde gelin bugün Helios’un kızı, Aiaie’nin cadısı Kirke‘nin hikâyesini anlatalım.
Başlangıcını böyle destansı yaptığıma bakmayın, aslında bugün İthaki Yayınları’nın “Ben, Kirke” kitabı hakkında konuşacağız. Ama kitabı okurken kendimi Yunan mitolojisine öyle kaptırdım ki karşınıza bir ozan olarak çıkmak ve size hikâyeler anlatmak istedim. Özellikle de Kirke’nin hikâyesini…
Kirke, Okeanos’un nympha kızlarından biri olan Perses ve Güneş Tanrısı Helios’un çocuklarından ilki. Sesinin insan sesine benzemesi ve gözlerinin farklılığından dolayı sürekli tanrılar arasında alay konusu olmuş hatta kendi ailesi tarafından bile hiçbir zaman sevilmemiş biri. Babası ve dedesi Titan olmasına rağmen güçlerinin olmayışı, onun yaşayan bir hayal kırıklığına dönüşmesine yol açmış. Kardeşlerinin doğumundan sonra zaten anne ve babasının gözdesi olmaktan çok uzak olan Kirke, artık büsbütün gözden düşmüş ve unutulmaya yüz tutmuş olarak hayatına devam etmek zorunda kalmış.
Kirke’nin esas macerası ise bir ölümlüye âşık olması ve onu elde etmek için yaptığı şeylerden sonra başlıyor. Bunları, kendiniz okuyup deneyimlemeniz için anlatmayacağım tabi. Şimdiye kadar anlattığım kısmı mitoloji olduğu için bu kadar rahatım. Ama şunu bilmenizde fayda var; yaptığı şeylerden dolayı Kirke, tanrıların huzurunda suçlu bulunuyor ve Aiaie adındaki küçük bir adada tek başına yaşamaya mahkûm ediliyor. Böylece Kirke’nin hüzün dolu hikâyesi bitiyor ve Aiaie’nin Cadısı’nın hikâyesi başlıyor.
Kirke’nin hikâyesinin birden çok güzel yanı var ama gelin önce onun güçlerinden başlayalım. Titan ve tanrıların saray koridorlarında cirit attığı, köşe başından fırlayan her insanın bir tanrının kutsamasıyla beraber doğuştan yetenekli olduğu bir dünyada Kirke, adeta pırlanta gibi parlıyor. Çünkü Kirke doğuştan hiçbir güce ve unvana sahip değil. Güçlerini açığa çıkarmak, insanların gözüne korku salmak, kahramanları dize getirebilmek için, kısacası Aiaie’nin Cadısı olabilmek için çalışmak, hata yapmak, hatalarından ders almak ve her gün biraz daha fazla şey öğrenmek zorunda.
Fantastik evrenlerde “Mary Sue” diye bir tabir vardır. Bu tabir doğuştan yetenekli ve her şeyi kolayca öğrenen karakterler için kullanılır. Bir karakterin Mary Sue olması hikâyeyi gittikçe kısırlaştırır. Zira karakterinizin başına ne gelirse gelsin bir noktada onun bir şey yapıp kurtulacağını bilirsiniz, bu yüzden onun için endişelenmezsiniz. Bu yüzden bir noktadan sonra hikâye sıkıcı bir hâl almaya başlar.
Kirke ise Mary Sue bir karakter olmaktan ne kadar uzak olunabilirse o kadar uzak. Onun yaşadığı her gün tam bir mücadele. Babası, annesi, kardeşleri başta olmak üzere bütün dünya ona düşman ve o, bu kadar fazla düşmanının olduğu bir dünyada her gün daha güçlü olmalı. Karakterin büyülerini sizlerin gözü önünde yavaş yavaş yapması Kirke’nin hangi durumlara hazırlıklı, hangi durumlara hazırlıksız olduğunu bilmenizi; bu yüzden onunla beraber heyecanlanmanızı, onunla beraber şoka uğramanızı ve onunla beraber üzülmenizi sağlıyor. Bu da hikayenin, sizin açınızdan sürekli canlı ve heyecan verici olmasına neden oluyor.
En güçlü titanlardan biri olan Helios’un ilk çocuğu olmasına rağmen Kirke’nin doğuştan bir gücü yok, en azından kendi gücünün farkında olana kadar yok. O bir büyücü ama büyülerini şıp diye yapamıyor. Büyülerini hazırlaması için dallar topluyor, zehirler sarıyor, toprakları kazıp altlarından ağaçların köklerini çıkartıyor. Bütün bu malzemeleri karıştırarak iksirler elde etmek için de gereken bilgisi yok ama deneyerek yavaş yavaş öğreniyor. Bunun inanılmaz uzun bir zaman sürdüğünü tahmin edersiniz ama Kirke’nin zamandan bol bir şeyi olmadığı için şanslıyız. Helios gibi bakışlarıyla yakamaz, Zeus gibi ellerinden şimşekler atamaz ama sizin için karmaşık ve ne işe yaradığını ancak çok geç olunca öğrenebileceğiniz iksirler hazırlayabilir. Bu yüzden Kirke’nin evindeyken davranışlarınıza ve yediğinize içtiğinize dikkat etmeniz sizin yararınıza olacaktır.
Kirke, her ne kadar tanrıların kıskançlık yaratacak güçlerine sahip olmasa da onlar gibi ölümsüz. Bir ölümsüzün hayatını anlatmak ise bana göre inanılmaz zor bir iş. Çünkü onlar gözlerini yumduğunda mevsimler değişmiş, krallıklar düşmüş ve bilinen bütün kahramanlar ölüp türküleri çoktan unutulmuş olabilir. Ya da bu durum onların doğumlarından itibaren bütün o birbirine benzeyen sonsuz günleri size tek tek anlatıp can sıkıntısından ölmenize neden olabilir. Ama Kirke hikâyesini size anlatırken bunu o kadar harika bir şekilde yapıyor ki buna zamanı bükmek dememek haksızlık olur. Kirke bazen zamanı yavaşlatıyor, günleri ve geceleri sanki sonsuzluk gibi anlatıyor; bazen ise zamanı bir anda hızlandırıyor ve mevsimler adeta göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor. Siz de kendinizi Kirke’nin büyüsüne tutulmuş ve artık hangi zamanda olduğunu unutmuş bir hâlde buluyorsunuz. Ama bundan hiç şikâyet etmiyorsunuz zira Kirke’nin hikâyesi sürükleyip gidiyor sizi.
Hikâyenin bir başka güzelliği de bu hikâyeyi anlatanın Kirke’nin ta kendisi olması. Bunun örneğini daha önce yüzlerce kez görmemize rağmen Patrick Rothfuss’un övmelere doyamadığımız Rüzgarın Adı kitabında gördüğümüzde adeta âşık olmuştuk. Kvothe’nin kendi dilinden hayat macerasını anlatması onun duygularına çok daha yakından şahit olmamızı, onunla çok daha kolay bağ kurabilmemizi sağlamıştı. Ama dediğim gibi bu daha önceden kullanılmayan bir metot değildi. Rüzgarın Adı’nı özel yapan, Patrick Rothfuss’un edebi yeteneğiydi. “Ben, Kirke” de tıpkı Rüzgarın Adı’nda olduğu gibi çok iyi yazılmış bir fantastik eser. Bu yüzden her ne kadar Kirke’in babası Güneşin Tanrısı Helios ve kendisi de ölümsüz bir tanrı olsa da onunla bağ kurup duygularına çok yakından şahit olabiliyorsunuz.
Kirke’nin hikâyesi mitolojinin tam ortasında bir hikâye ama asla tamamen bir mitoloji değil. Mitolojiden tanıdığınız, bildiğiniz karakterler Kirke’nin hayatına giriyor, onunla yolda selamlaşıyor, bazen adasına çıkıp ona konuk oluyorlar. Kirke ise sonsuz yaşamından ölümlülerin hayatlarının başlayıp bitişini izliyor ve kendi mücadelesine devam ediyor. Bazen Minator’un doğumuna şahit oluyor, Hermes ile ahbaplık ediyor, Odysseus’dan kahramanlık maceraları dinliyor ama sonunda yıllar geçip gidiyor ve o yine tek başına kalıyor. Bu da size sürekli bu hikâyenin kahramanının yalnız ve yalnızca Kirke olduğunu hatırlatıyor.
“Ben, Kirke” gerçekten geçen senenin en iyi fantastik kitabı olma ödülünü sonuna kadar hak ediyor. Mitolojik bir karakteri eline alıp ona böylesi güzellikte bir hayat vermek, etiyle kanıyla adeta canlandırmak ve hikâyesinin boşluklarını bu kadar iyi doldurmak inanılmaz bir iş. Kitabı okumadan önce mitolojik bir tanrının bu kadar insancıl acılar çekeceğine asla inanmazdım. Özellikle bu tanrı ile bağ kuracağımı ve hikâyesinin bu kadar güzel bir şekilde sonlanacağını tahmin bile edemezdim. Yine de “Ben, Kirke” bunu başarıyor ve başından sonuna kadar harika bir macera sunuyor sizlere.
Ben, Kirke kitabını okudunuz mu? Okuduysanız siz kitabı nasıl buldunuz? Yorumlarınızı yazın, kitap hakkında tartışalım zira dünyada kitaplar hakkında yapılan tartışmalardan daha eğlencelisi yoktur. Mutlaka bekliyorum.
5 Comments
Kitabı henüz bitirmedim, az kaldı sayılır. Ancak yazar o kadar sürükleyici bir dilde yazmış ki sanki circe karşımıza oturup hikayesini anlatıyor. Zaman zaman duygulandığım yerler oldu, özellikle toksik ebeveyn işkencesine maruz kalması ve ailenin hiç bir ferdinin kendisine sahip çıkmaması, hayatına giren çoğu kişiye safça inanıp hayalkırıklıkları yaşaması ama tek başına kendi ayaklarının üzerinde durup gücünün farkına varması ve ona karşı gelenlere kafa tutması gibi bir çok şeyde kendimle bağ kurdum. Unutulmayacak akılda kalıcı ve mitolojik bağlantıların çok güzel öründüğü bir kitap olmuş, hayran kaldım.
Bir karakter vardı.Erkek.Hatta oğlu vardı.Sonra öldü Adamın ismi neydi acaba?
daidalos?
Hayatimda okuduğum en güzel kitaptır. Ikinci kez okuduğum tek kitaptır. Bir kaç yil geçmesine rağmen üstüne başka bir kitap okuyamadığım kitaptır. Hemcinsim olan yazarina aşik derecesinde hayran olmama neden olan kitaptır.
Ben kirke kitabının aslında bir nevi bir kadının ölümsüz olan içsel dünyasını da anlattığına inanıyorum. İçimizde sakladığımız ana baba düşmanlığı yetersizliklermiz umutsuz aşklarımız ihanetlerimiz ihanete uğrayışlarımız güçsüzlüğümüz gelişme isteğimiz diğerlerinden geride kalışlarımız ve bunun için verdiğimiz mücadelemiz en önemlisi de kirke gibi aşkı suç olarak algılayan bir toplumda dışlanıp bir adada yaşarcasına yalnızlığa mahkum oluşumuz… Ayrıca Kirke’nin bir faniye olan aşkının ruhun egoya olan aşkını tasvir ettiğine inanıyorum…