Çok az yazar yazdığı karakterlerden daha renkli bir hayata sahip olmakla övünebilir. Pek çok yazar için, karakterleri ve hikayeleri; hayal gücünün derinliklerinden doğar. Olan hayatın, olabilecek daha parıltılı bir versiyonunu sunmakla mükellef hisseder pek çok yazar kendini. John Le Carré için durum böyle değil. Tinker, Tailor, Soldier, Spy; The Spy Who Came In From The Cold, The Constant Gardener ve şu sıralar muazzam bir dizisi yayınlanan The Night Manager’ın yazarı Le Carré, en afili karakterlerinin bile yanına yaklaşamadığı acayiplikte bir hayata sahiptir.

Le Carré, Poole, Dorset şehrinde, 1931 yılında David John Moore Cornwell adıyla doğar. Annesi Olive Cornwell, David beş yaşındayken aileyi terk eder. Le Carré sonraları, “Belki gitmeden gelip bizi öpmüştür. Basitçe, sadece, bilmiyorum.” diyecektir. Annesinin gidişi, Cornwell ve kardeşlerini babası Ronnie ile bırakır. Bu zor bir hayattır. Çünkü Ronnie, mafya bağlantıları olan, dolandırıcılıktan dolayı başı dertten hiç kurtulmayan ve hep borçta, hep kanundan kaçışta olan bir suçludur. Ama bir şekilde, çocuklarını yüksek seviye okullarda oktacak parayı da bulur. Bunun bedelleri de vardır. Sık sık icralar, hacizler, yasal takip süreçleri lekeler Le Carré’nin ev hayatını.

john-le-carre-420408

Le Carré, garip bir şekilde, çok travmatik olabilecek gençlik yıllarına ilginç bir soğuklukla bakmayı öğrenir. Başından geçen olayları sonraları anlatırken, neredeyse bir romanının konusunu aktarıyormuşçasına kesinlik ve netlikle konuşacaktır. 21 yaşında annesiyle tekrar buluşmasını, “Biraz agresif hissettim olayla ilgili. Babamın bağlantılarının çok güçlü olduğunu, bu yüzden kendisinin bizleri alamadığını söyledi. Bir aşığı varmış, Bay Hill. Öğrendim ki, annem Bay Hill ile birlikteyken, yıllar içerisinde babamla da pek çok kez kaçamak yaşamış. Pek olağanüstü.” Gerçekten. Pek olağanüstü diyor. Kelimesi kelimesine bir çeviri bu. Başka bir yerde de, “Sanırım bir şahsi suçluluk duygusu tarafından itiliyorum. Çocukken duyduğum annemin gidişine sebep olduğum hissiyle ilgili olabilir bu.” diyor büyük yazar.

Le Carré’nin bu soğukluğunu, metodikliğini casus kariyerinden kazandığını söylemek mümkün elbette. Çünkü pek çok casus romanı yazarı gibi, Le Carré de deneyimlerini gerçek hayattan alıyor. Yalnız pek çok casus romanı yazarının aksine, Le Carré’nin profesyonel kariyeri çeperde yaşanmış bir şey değil. 1948’de İsviçre’de, Bern Üniversitesi’nde okumaya başlıyor. 1950’de Batı’ya iltica eden Doğu Bloku vatandaşlarını sorguya çekmek üzere Almanca bilen bir gence ihtiyaç duyuluyor, Le Carré de askerliğini orada, o şekilde yapıyor. Sonraları kitaplarının alametifarikası olan Soğuk Savaş’ın iki tarafını, aynı madalyonun iki yüzü olarak resmetme durumu, burada peydahlanıyor. Le Carré, iltica edenleri sorgularken, karşı tarafa empati kurmaya başlıyor.

John Le Carre

İngiliz yazar, MI5 için çalışmaya ise, Oxford’da başlıyor. Prestijli üniversitede okurken solcu öğrenci grupları hakkında bilgi toplamaya başlıyor İngiliz hükümeti için. Mezun olduktan kısa süre sonra tam zamanlı çalışmaya başlıyor. Bir yandan Eton üniversitesinde Almanca öğretmenliği yaparken, bir yandan da istihbarat alanında çalışıyor. Ajanları yönetiyor, sorgu gerçekleştiriyor, telefon dinliyor, operasyon gerçekleştiriyor…  O sırada kendisi de bir yandan roman yazan Lord Clanmoris ile tanışıyor. Ondan etkilenerek yazdığı George Smiley karakterini ilk defa gördüğümüz Call of the Dead’i, o zaman Britanya dışişleri yetkilileri kendi isimlerinde yayın yapamadıklarından John Le Carré adıyla basıyor.

1960 yılında, MI5’ten, dış istihbarat teşkilatı MI6’e geçiyor. “İkinci Sekreter” kisvesi altında, ateşe paravanıyla Bonn’daki İngiliz Konsolosluğuna atanıyor, ardından da Hamburg’a geçiyor. Fakat oradaki zamanı, pek de ateşelik yaparak geçmiyor. Le Carré, bir yandan tam zamanlı ajanlığa devam ederken, bir yandan da ikinci ve üçüncü romanlarını yazmaya başlıyor. Üçüncü romanı, The Spy Who Came in from the Cold büyük bir popülarite sağlıyor. Sonradan ortaya çıkıyor ki, bu başarının zamanlaması tam anlamıyla kusursuz. Zira Le Carré ile birlikte, o dönem yurtdışında görev yapan pek çok İngiliz gizli ajanı, aniden geri çağırılmak zorunda kalıyor. Kim Philby yüzünden.

Kim Philby
Kim Philby

Burada bir parantez açıp, Kim Philby’nin kim olduğunu anlatmamız gerek. Zira kendisi, Le Carré’nin kariyerini casusluktan yazarlığa geçirmekten sorumlu olmanın haricinde, aynı zamanda kendisinin Tinker, Tailor, Soldier, Spy’daki hain karakter Gerald’ın da ilham kaynağı. Philby, Viyana’dan İstanbul’a, Beyrut’tan İspanya’ya kadar pek çok yerde görev yapmış bir casus. Uzun süre İngiliz istihbaratında çok yüksek mevkilerde çalışıyor. 1956’da ihanetle suçlanıyor. Aklanıyor. Bir süre çifte ajan olarak çalışmaya da devam edebiliyor. Fakat sonra, KGB’nin önemli figürlerinden biri Anatoliy Golitsyn Amerika’ya iltica edince, Philby’nin çifte ajan olduğunu doğruluyor. Philby de 1963 senesinde, beraberinde İngiltere’nin bütün gizli ajanlarının listesini götürerek, Sovyetler Birliği’ne iltica ediyor. İşin ilginci, Sovyetler Birliği, uzun süre Philby’nin ilticasının MI6 tarafından düzenlenen bir oyun olmadığına ikna olmadığı için, tecritte, yalnız ve işsiz bir şekilde kalıyor usta casus. 1988 yılında, Moskova’da, 76 yaşında ölüyor. Öldükten sonra kendisine Sovyetler Birliği tarafından madalyalar veriliyor ve Kuntsevo Mezarlığında bir anıt dikiliyor.

İşte o Philby’nin listesindeki isimlerden biri de John Le Carré olduğu için, İngiliz yazar memlekete geri dönüyor ve tam zamanlı romancılık yapmaya başlıyor. O andan itibaren de, hit üzerine hit çıkartıyor. İngiliz dilinin en önemli yazarlarından biri hâline geliyor. Ama istihbarat topluluğundaki konumu hiç bozulmuyor, ona gösterilen itibarda hiçbir azalma olmuyor. Sonraları onla tanışacak ve onun karakterlerinden birini canlandıracak olan Hugh Laurie, doğum gününde, restoran pastayı getirirken ışıkların kapatılmasını “Bir anda her yer silahlarla doldu, ben piyanonun başındaydım, kafama bir silah dayandı ve yere konuldum” diye anlatıyor örneğin. Işıkların –sadece pasta için olsa bile– kapanması büyük bir sorun, çünkü Le Carré’nin doğum gününde, CIA’in, KGB’nin, MI6’in yöneticileri bulunuyor o anda.

https://youtu.be/kTulMKfHWVQ?t=22m48s

Böyle efsane bir isim yani Le Carré. Eğer hiçbir romanını okumadıysanız, Oscar’a aday olan Tinker, Tailor, Soldier, Spy’ı izleyebilir, The Night Manager’a ince ince dalabilirsiniz. Akabinde kitaplarının pek çoğu Türkçe’ye çevrilmiş vaziyetteler. Onlara da giriş yapabilirsiniz. Ama fark edeceksiniz, pek çok romanı, inanılmaz derecede iyi olmasına rağmen, Le Carré’nin kendi hayatı kadar renkli değil. Bu çok yüksek bir çıta, ama ne yapalım? Dolandırıcı bir baba ve kayıp bir annenin, üniversitede solcu öğrenci gruplarına sızarak işe başlamış, doğum gününe CIA ve KGB’nin yöneticilerinin geldiği casus oğlunu, hangi karakter geçebilir?

Author

Geekyapar'ın yazı işleri şövalyesi. Uluslararası İlişkiler okudu, okula girmeden önce yaptığı işi yapıyor. Küçükken "Büyüyünce ne olmak istiyorsun?" diyenlere yazar diyordu. Tüm internette bulmak için: @acyberexile.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.