Bir itirafım var. Ben Alejandro Gonzalez Inarritu’nun sinemasını sevmiyorum pek. Neden bilmiyorum. Amores Perros’tan beri böyle bu. Bunun çok şahsi bir durum olduğunun farkındayım. Kendisini çok ciddiye alan sanatçıları ben ciddie alamıyorum; ve Inarritu, muhtemelen şu an Hollywood’da çalışan yönetmenler arasında kendini en ciddiye alanı. Muadilleri Guillerme del Toro ve Alfonso Cuaron öyle değiller mesela. Onlar sanatlarının içinde kaybolabiliyorlar. Inarritu’da onu göremiyorum. Çektiği her filmin, her karesinde suretinin bir resmi var gibi geliyor bana.
Ama Birdman’i sevdim.
Bunun sebebi çok basit aslında. Birdman, biraz bu kendini ciddiye alma hâli üzerine konuşuyor. Sanatçının egosu. Birdman’in çıkış noktası da, kapanış noktası da bu. Çekimi ve tarzı üzerine çok şey söylenir -ki söyleyeceğim az sonra- ama ana cümle şu: Sanat yüzünden ölümsüzlük, ego yüzünden sanat. Ve kısası elbette. Ölümsüzlük, çünkü ego. Şahsi değer. Özgüven. Ya da, belki de, tüm bunların eksikliğini kapatma arzusu.
Birdman’in etrafında çevreleyerek uçtuğu meseleler bunlar. Karşımızda bir aktör var. Şanı, şöhreti yakalamış. Ama yakalama şeklinden memnun değil. Bir tiyatro oyunu sergileyip, istediği şekilde anılmak istiyor. Onun işe aldığı bir başka aktör var. Sahne dışında hiçbir yerde kendine ait bir kimliği yok. Bir sıfır o, bir boşluk. Sadece rollerle doldurulduğu zaman anlamlı. Bir başka aktris var, kendisini küçük bir kız gibi hissediyor; övgüler duymayı bekliyor, öteki şekilde bir şey başarmış gibi hissetmiyor. Bir de en baştaki aktörün bir kızı var. Fark etmese de o da rol yapıyor.
Peki niye? Birdman’in aslında her oyuncusuna mesleklerini sorgulattığını düşünüyorum. Öyle olmalı, çünkü temelinde yatan şey oyunculukla ve sanat yapmakla alakalı. “Niye sanat yapıyoruz?” diye sormuş Inarritu. Sevilmek için mi? Takdir edilmek için mi? Hatırlanmak, ölümsüz olmak için mi? Bunlar için sanat yapıyorsak, yaptığımız şey doğru mu peki? Peki kendimiz denklemin neresinde dahil oluyoruz meseleye?
Inarritu’nun çıkarımlarına göre, sanat eksiklikten çıkıyor. Takdir eksikliğinden, sevgi eksikliğinden. Bunu sadece sanat üzerinden de sorgulamıyor Inarritu. Günümüzün viral değerlerine de değiniyor. YouTube tıkları, Twitter takipçileri. O 15 dakikalık ünü neden istediğimizi, bunu sanat yapma eksenine oturtarak sorguluyor. Tüm bir insanın sahnede duyacağı alkışlara ihtiyacı olmadığını düşünüyor Inarritu. Tüm bir insanın alkışları beklemesi gerekmiyor.
Bu noktada bütün film koskocaman bir metafor aslında. Bu metaforu da Inarritu sembolleri ve Riggan Thomson’ın süper kahraman geçmişi üzerinden verdiği kırık zihni kadar, çekimiyle de anlatmış. Artık malumunuzdur muhtemelen, Birdman neredeyse tamamen tek bir çekimden oluşuyormuş gibi kurgulanmış. Kamera hiç durmuyor, hiç soluklanmıyor. Bu izleyici olarak sizi direkt olarak diken üstünde tuttuğu gibi, oyuncularından da çok teatral ve organik performanslar çıkmasına sebep oluyor.
Bu bağlamda müziği de buna bir araç olarak kullanmış. Film ağırlıkla perküsyondan oluşan bir aranjman tercih etmiş. Açık konuşayım, ben bu aranjmandan nefret ettim. Şaka yapmıyorum, eğer migreniniz varsa Birdman’i izlerken aldığınız keyif, sonrasında yaşayacağınız -ve benim şu an eteklerinde dolaştığım- ölümcül baş ağrısına değmiyor pek. Çok, çok şahsi bir şeyden bahsettiğimin farkındayım, ama migreni olan yazık insanlar kulübünün bir üyesi olarak diğer yoldaşlarımı da uyarmak zorundayım.
Bu perküsyon aranjmanı, Thomson’ın zihninin dalgalanmaları ve gerginliklerini anlatmaya yaradığı kadar aynı zamanda sokak müziği havası taşıdığı için, daima aktörlerin omuzlarının arkasına yerleştirilmiş kameralarla çok büyük ve canlı gözüken New York şehrinin o kentsel karmaşasını da yansıtıyor. Ve o aranjman, yerini Rahmanikov gibi klasik bestekârların eserlerine bıraktığında, bu da bir sembol olarak kullanılıyor. O gergin hava gidiyor, yumuşak ve sıcak bir nefes alıyorsunuz.
Inarritu’nun tek çekim ve dar setlerde yarattığı hava gerçekten de inanılmaz. Çok basit ışıklandırma teknikleri kullanarak muazzam bir baharat katmış, bir can solumuş filme Inarritu. Bunu yapabilmesinin bir diğer sebebi de, ana kadrosundan toplamayı başardığı muazzam oyunculuk elbette. Bu noktada iki oyuncunun altını çizmek gerekiyor: Michael Keaton ve Edward Norton. Keaton çok nüanslı bir performans koymuş ortaya. Norton ise son yıllarda Wes Anderson filmleri dışında iyice ölmekte olan kariyerinin belki de en iyi performansını sergilemiş.
Diğer oyuncuların performansları ise genel olarak Keaton ve Norton’ın ayaklarının altından çekilmekten ibaret ki, bu kategoriye çok övülen Emma Stone’un da dahil olduğunu düşünüyorum. Film genel olarak Keaton ve Norton’ın karakterleri üzerinden işlemiyor, diğer karakterlerin de söyleyecek şeyleri var, ama sanki devamlı suratlarının dibinde olan kameralara ve kırık zihinlere en iyi cevap verenler o ikili.
Bir de final sahnesi var elbette. Buradan spoiler verme niyetinde değilim. Ama şunu söyleyeyim, Birdman’in yolu, kesinlikle Pan’ın Labirenti gibi bir “gerçek mi, değil mi?” yolu değil. Gördüğünüz her şeyin, -özellikle bir taksi sahnesi sayesinde- gerçek karşılıkları olduğunu size net bir şekilde söylüyor film. Dolayısıyla Thomson’ın yaptıklarına değil, ona verilen tepkilere bakmak gerekiyor. Kanımca, burada bir gerçeğe nakış gibi işlenmiş bir fantezi yok. Burada, gerçeği anlatmak için kullanılan bir metafor var. O yüzden, Birdman’in mutlu bir finali var kanımca. Hatta belki de, tüm Oscar yarışçısı filmler arasında, en mutlu olanı…
3 Comments
en mutlu olanı şüphe yok ona ama film oscar alma ihtimalini zor görüyorum ben, oyunculuklar iyi, şaşırtan bi son, ritimler falan iyiydi baya ama genelde vermezler böyle filmlere 😀
Akademi kapak yaptı bana 4 tane baba oscar verdiler..
ya o kadar better caul saul çıkıcak diye haber yapıyordunuz ilk bölüm cıktı insan bi inceleme yapar geekyapar 😀