Baştan peşinen söyleyeyim; Straight Outta Compton, gençliğimin hatırı sayılır bir kısmını Grand Theft Auto: San Andreas oynayarak harcadığım için benim ilgimi çeken bir iş. 90’ların başı Amerika’sı ve o dönem yaşanan buhranlar, ırk ilişkileri, uyuşturucu çılgınlığı, tüm ülkeyi pençesine alan HIV salgını ve siyasi olayların sosyal izdüşümleri benim merakımı uyandırıyor. Duvar’ın yıkılması, Amerika’ya ucuz ve bağımlılık yapıcı toz kokainin girmesi, getto bölgelerde yaşanan polis şiddeti, çözülemediği ortaya çıkan ırkçılık, ve tüm bunların birleşiminden doğan bir müzik türü. Gangsta Rap.
Bu müzik türünün göbeğinde Batı Yakası müzisyenleri duruyor elbette, Tupac, Snoop Dogg, Dogg Pound ve elbette N.W.A. O yüzden, N.W.A.’in yükselişini ve düşüşünü anlatan bir filmden, döneminin sosyal sıkıntı ve problemlerinden dem vurmasını bekleyebilirsiniz. Hakeza, grup kendi içerisinde kavga ederek ayrıldığından; o kavgalara da yer verilmesini umabilirsiniz. Bir yandan, grubun kurucusu ve yıldızı Eazy-E, AIDS’den hayatını kaybetti; yani onunla ilgili bir şeyler de beklemek abes değil. Ice Cube ve Dr. Dre, gruptan ayrılarak inanılmaz başarılı kariyerlere imza attılar, o yükselişe de değinmesi beklenir böyle bir filmin. Uyuşturucunun toplumu nasıl değiştirdiğine ilişkin de iki üç kelam etmeli elbette.
Buradaki sorun şu, Straight Outta Compton, burada saydıklarımızın her birini yapıyor. Farklı yoğunluklarda ve farklı olgunlukta; ama bir şekilde yapıyor. Bu iyi bir şey değil. Ben filmin yaklaşık üç saatlik yönetmen kurgusunu izledim ve kurgunun ömrü billah uzun olduğuna çok eminim; ama yine de milyarlarca şeyin hızlı geçildiğini hissediyorum. Anlatayım. En merkezimizde, N.W.A. var değil mi? Dolayısıyla filmin temel çatışmasının, grubun dağılması olmasını bekliyorsunuz. Haklısınız da. Dre ve Ice Cube’un grubu terk etmeleri, filmde vuku buluyor. Fakat neden? Filmin verdiği sebep, Jerry Heller’ın grubu dolandırıyor olması, Eazy-E’nin ise kendisi daha az dolandırıldığından bunun farkında olmaması. İşte iyi, hoş ama, bu kurguda hiç de iyi işlemiyor.
Çünkü birincisi, film dolandırmanın nasıl yapıldığını tam bir şekilde anlatmıyor. Burada hâlâ yaşayan Heller’dan bir dava gelmesinden mi çekinmişler, dilleri mi dönmemiş bilmiyorum; ama hiçbir zaman tam olarak Heller’ın neyi yanlış yaptığını anlamıyorsunuz. Daha da kötüsü ise şu, Ice Cube ve Dr. Dre’nin gelip E’ye sıkıntılarını aktardıkları sahneler, başarı montajının içine gömülü vaziyetteler. Yani bir izleyici olarak, tam olarak neyden şikayet ettiklerini anlamanız mümkün değil. Grup seks ve kapalı gişe konser sahnelerinin arasında Ice Cube’un gelip, “ben hakkımı alamıyorum” demiş olması pek bir şey ifade etmiyor izleyiciye, hatta daha da kötüsü, Ice Cube’u baya şımarık ve nankör gösteriyor.
Bu yüzden film tam anlamıyla o çatışmadan ekmek çıkartmıyor. Peki, o zaman sosyal meselelere geçelim. Film ara ara Rodney King duruşmasına ve bunun sonucunda yaşanan 1992 Los Angeles isyanlarına göndermelerde bulunuyor. Bilakis grubun başlarda, henüz şöhret değillerken yaşadıkları ayrımcılığa değinen ve çok başarılı sahneleri de var. Bu sahneler gerçekten kanınızı kaynatıyor, N.W.A.’in neden yaptıkları türde müziği yaptıklarını anlatıyor. Fakat sonra çıt diye kesiliyor tüm bu alt metin. Çok samimi söylüyorum, ben başında sahip olduğu bir alt metni bu kadar keskin bırakan bir film daha görmedim sanırım. Gerçekten filmin ilk yarısı, “N.W.A. neden Fuck Tha Police dedi?” sorusunu çok güzel cevaplıyor, irdeliyor, sonra ikinci yarısında, pat, gitti. Yası bile tutulmuyor yani.
Oralarda Ice Cube ve Dr. Dre’nin başarılarına odaklanması gerekir belki, ne de olsa bu bir biyografik film; ve biyografik filmlerin konu ettiği kişilerin istisnai başarıları daima o filmlerin ekmeği, yağıdır. Yalnız Straight Outta Compton onu da yapmıyor. Bir ara böyle laf arasında “Aa Cube filmlerde oynuyor mu ne?” der gibi yapıyor, Dre’nin Death Row günlerinini, The Chronic öncesi sürecini, Interscope ile muhabbetini şöyle tanıtıyor, anlatıyor; ama iki hikaye ucunda da tatmin edici bir final vermiyor. İki karakterin de solo başarılarını, filmin içinden çok, sondaki credits sekansından öğreniyoruz.
Bütün bunların arasında, filmin gerçekten de hakkaniyetle ve büyük bir başarıyla ele aldığı tek karakterin Eazy-E olduğunu söylemek mümkün. Önce bir alkış tutmak gerek, Jason Mitchell gerçekten harikulade oynamış Eazy-E’yi. Yanlış anlamayın, genel olarak performanslar çok şahane. Babasını oynayan O’Shea Jackson Jr’a kimse “torpilli bu” diyemez, ya da hakeza, Paul Giamatti’nin yine çizgisinden hiçbir şey kaybetmediğini görmek de mümkün. Ama Mitchell, kendi karakterinin filmde motivasyonları baştan çok şık belirlenmiş, yükselişi, düşüşü, trajedisi ve çarpıklıkları harika belgelenmiş bir hâlde olmasının da katkısıyla, film boyunca en fazla dikkat çeken unsur olmayı başarıyor. Hem metin, hem de Mitchell Eazy-E’ye hakkını o kadar güzel vermiş ki, film onu biraz daha odak noktasına alıp, diğer unsurları blurlasaydı, daha başarılı olurdu diye düşünmeden edemiyorsunuz…
Peki tüm bunlara rağmen “filmi izleyin“ der miyim? Derim açıkçası. Film kesinlikle sürükleyici, diyalogları iyi yazılmış, güzel çekilmiş bir iş. N.W.A.’in değiştirdiği ve ifade ettiği, birbirinin içine dolanmış sosyolojik, toplumsal ve psikolojik ağı çözerek anlatmaya çalışmasaymış, daha kararlı ve pürüzsüz de olabilirmiş. Kamerasını her yöne ayrı ayrı döndürmek istediği için, hiçbir yer tam olarak keskin ortaya konmamış. Buna rağmen, yine de o döneme ilgi duyan, rap müzik seven ve hatta, kendimizi kandırmayalım, San Andreas oynamış herkese önermek mümkün…