Oscar filmlerinin belli bir kalıbı var. Şunu şu raddede inkar etmiyoruz sanırım. Genelde ana karakterin İngilizce’de underdog denilen, büyük engellere ve düşük ihtimallere karşı canını dişine, kefenini cebine takıp mücadele eden tipte insanlar olduğu; sonunda bu hikayenin ilham verici bir zaferle bittiği, bu süreç zarfında da Beyaz Amerika’nın kendisiyle yüzleşmesine sebebiyet verdiği bir filmse elinizdeki, evet, Oscar’a yürümeniz olasıdır.

Spotlight 5

Yıllar içerisinde bu kalıba uyup, içerisinden çok anlamlı işler çıkartan pek çok film gördük elbette. Yakın tarihte aklımıza gelenler The Fighter, Argo, The Imitation Game… Yalnız, genelde bu Oscar kalıbının içi dolu olur. Etkileyici bir metin, sürükleyici bir görsel anlatım, büyülü oyunculuklar görürsünüz. Ben net konuşayım, Spotlight‘ta yok böyle bir şey. Yıllardır Oscar yarışını takip eden bir insan olarak, uzun süre sonra ilk defa, aday bir filmin bu kadar kilit ögeden yoksun olduğunu görüyorum. İşin kötüsü, akılda kalıcı derecede kötü falan da değil film. Ortanın en ortasında, o kadar sıradan ve durağan bir şekilde ilerliyor ki, filmin bırakın aday olmasını, birinin çekim ve dağıtım aşamasında müdahele etmemiş olması bile muazzam bir gariplik.

Birincisi, film hayatımda gördüğüm en Sorkin özentisi eserlerden biri. Yani gerçekten, bir Aaron Sorkin metninde olan her şey burada var. Haksız karakterlerin, haklılara yapay bir şekilde uzun ve çok meşru tiradlar attırtacak ucuz asistler vermesi var; Sorkin’in meşhur “diyalog esnasında konu da ilerliyor gözüksün” etkisi vermesi için kullanılan walk-and-talk‘ı var, bir çarpıklığın peşinden koşan dürüst gazeteciler var, dar set kullanımı gırla… Filmin yazarlarından biri olan Josh Singer’ın West Wing çıkışlı olması, şaşırtıcı değil bu yüzden.

S_09159.CR2

Öte yandan, Sorkin’e öykünüp, beceremediği şeylerden biri ilgi çekici bir konu bulmak olmuş. Sorkin’le ilgili pek çok eleştiriyi getirmek mümkün, ama hiçbir zaman adama “bayık bayık konular seçiyor” diyemezsiniz. Sorkin, elindeki konu çok defa işlendiyse bile ona farklı bir açı tutabilen bir adamdır, Arap Baharı ile ilgil çektiği Newsroom bölümünde soktuğu genç Mısırlı delikanlı gibi, Steve Jobs’ın hayatını üç lansman üzerinden anlatmak gibi. Burada ise bayıklar bayığı bir mevzu var. Nedir? Çocuk tacizinin Katolik Kilise’sinde sistematik bir problem olduğunu ortaya çıkartan, bir grup zımba gazeteci. Aa, hiç ben böyle bir şey duymadım hayatımda?

Ya sene olmuş 2016. Dünyanın üçte biri anket istatistiklerine göre kendini bir Semavi dine mensup hissetmiyor. Katolik Kilisesi’ne yakın dünya popülasyonunun oranı %15, bunlar da zaten çoğunlukla Spotlight’ın uğramayacağı ülkeler. Daha da fenası, Katolik Kilisesi’nin çocuk tacizi konusundaki çarpıklığı zaten Family Guy’a kadar düşmüş bir şaka. Bu bir espri malzemesi artık, bir son cümle. Evet, film gerçek olaylara dayanıyor ve o gerçek olayların sonucunda, filmdeki karakterler gerçek hayatta birer Pulitzer ödülü aldılar. Ama bunu, yerel bir skandalı ortaya çıkardıkları için, Boston bölgesinde 70 sabıkalı rahibin olduğuna ışık tuttukları için elde ettiler. Ve sene de 2001’di zaten.

Spotlight 3

Ama şimdi bunun üzerinden on beş sene geçmiş, herkes bununla ilgili dalgasını geçerken, ilginç bir şey mi var elimizde? Yok. Peki bu ilginç olmayan olay, nasıl kurtarılır sinema sahnesinde? Çok basit; olayın gazetecilik kısmına odaklanılır. Verilen emek, vizyon, içgüdü, her şeyden çok da seni susturmaya çalışan güç odaklarına karşılık gösterilen cesaret. Burada da şöyle bir sorun devreye giriyor, Spotlight’taki gazetecilerin önünde hürmeten bir iki kere “Bak, yapma canım, kötü olabilir” lafı eden birkaç kişi haricinde bir engel bulamıyoruz. Olayın kendisi böyle, yapacak bir şey yok. Zaten bunu araştırma fikri en tepeden, editörden geliyor. Onun altındaki patronlar hemen hevesleniyorlar. Gazetenin sahibi bir kez editöre “İlla yürüyelim mi diyorsun, bak okurumuzun yarısı Katolik?” diyor, editör “Evet” dedikten sonra gazetenin sahibi de “Peki madem” diyor, yürüyorlar. Kiliseden şantaj, rüşvet teklifi, baskı, propaganda, hiçbir şey yok. Karakterlerin başına gelen ve aştıkları en büyük zorluk, ilk seferde konuşmayıp, ikinci sefer şakıyan konuyla ilgili insanlar. O bile bir iki kere oluyor zaten.

Spotlight 2

Dolayısıyla film boyunca dümdüz, göz alabildiğine gazetecilik yapılıyor yani. İlginç hiçbir yanı yok. İşin kötüsü, performanslarla ilgili de söyleyecek çok fazla iyi kelimem yok. Michael Keaton gidip gelen Boston aksanı dışında normal oynamış. John Slattery, Roger Sterling’i birebir getirmiş, Boston Globe ofisine koymuş. Rachel McAdams muhtemelen kendisi de çok şaşırıyor bu performansıyla Oscar’a aday olduğuna. Stanley Tucci yine parlamak istiyor, ama ona parlayabileceği sadece bir sahne verilmiş, o da orada görevini ifa edip çekilip gidiyor zaten.

Sadece iki oyuncunun performanslarından yıldızlarla bahsetmek mümkün, onlar da çok açık ve seçik bir şekilde hem metni, hem de onları daraltmak isteyen kötü kurguyu yenip gösteriyorlar bu performansları. İlki, yine haklı bir adaylık almış olan Mark Ruffalo. Üst üste Kids Are All Right, Foxcatcher, Infinitely Polar Bear ve Spotlight gibi filmlerdeki performanslarını izledikçe, kendisinin bu neslin en iyi aktörlerinden biri olduğuna iyiden iyiye ikna oldum şahsen. Muazzam bir yetenek, muazzam bir performans. Karaktere kattığı her şey, ses tonundan, bakışına, duruşuna ve hissiyatına kadar filmin en doğru yerlerini oluşturuyor. Diğeri de, çok zarif bir zekayla editör Marty Baron’u oynayan Liev Schreiber. Onun işi daha zor, çünkü montaj masasında Schreiber’ın karakterini silikleştirmek için elinden geleni ardına koymamış ekip. Ama Schreiber’ın performansı, yine de bir şekilde parıldamaya devam etmiş.

Spotlight 4

Yani elimizde, konu ettiği şey artık bayatlamış; konu ediş şekli dar, konu ettiği şeyin etrafına örülü çerçeve son derece durağan ve sorunsuz işlenen; karakterlerini ne kahramanlaştıran, ne de insani kusurlarıyla kompleks varlıklar olarak gösterebilen, görsel anlamda güdük kalan ama kesinlikle kötü de olmayan, kurgusal anlamda eksik ama kendini bir şekilde yine izletebilen garip bir film var. Kötü desen, değil. İyi desen, hiç değil. Düz mü? Olabildiğine. İzlenecekse, muhakkak Ruffalo-Schreiber ikilisinin performansı için izlenmeli. Yoksa bu filmden çıkıp, ne “vay babam, ne gazetecilik” demek mümkün, ne de “vay anam, n’apmış Katolikler” demek…

Author

Geekyapar'ın yazı işleri şövalyesi. Uluslararası İlişkiler okudu, okula girmeden önce yaptığı işi yapıyor. Küçükken "Büyüyünce ne olmak istiyorsun?" diyenlere yazar diyordu. Tüm internette bulmak için: @acyberexile.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.