Carol için açık konuşayım beklentilerime yenik düştüm. Belki filmografisine hayran olduğum Todd Haynes‘ın ellerinden çıkmasa veya Rooney Mara‘nın yanına Cate Blanchett gibi her seferinde bizi hayrete düşüren bir performans sergileyen A Sınıfı bir oyuncuyu değil de alelade bir aktristi yerleştirse ve Filmekimi gibi her sene beklenti yaratan, övgüler alan filmleri gösteren bir festivalde değil de ne bileyim sıkıntılı bir Pazar günü öylesine açıp izleyiverseydim, sevebilirdim. Gelgelelim, Carol‘ı, o ilk fragmanını izlediğimden beri büyük bir aşk bile beklemeye başlamıştım. Pişman olacağımı da adım gibi biliyordum ama kağıt üstünde her şeyin çok iyi olacağı izlenimi veren bu tip projeler için beklentiye girmemek benim için çok zor. Sırf bu yüzden izlediğim filmi kabullenmiş değilim. Bana göre halen Carol, o ilk fragmanından ibaret.
Resimden sonra spoiler içerir.
Yanlış anlaşılmasın Carol gerçekten bakması çok güzel bir film ancak 10 filme kadar aday çıkabilecek en iyi film kategorisinde Oscar’a aday olmaması bu konuda çok da yalnız olmadığımı düşündürtüyor. Todd Haynes, ana akım sinema içinde Hollywood’tan çıkan en radikal yönetmenlerden biri benim için. Far From Heaven, Safe, I’m Not There, Velvet Goldmine gibi ne kadar ayrıksı iş varsa arkasında imzası bulunun bir adamdan sadece güzel görünen bir film beklemiyor oluşum çok da garip bir durum değil diye düşünüyorum. Patricia Highsmith’in The Price of Salt romanı günümüze gelindiğinde pekala konvensiyonel bir içerik haline dönüşmüş olabilir ama siz günümüzden o döneme bakış atarak bir uyarlama yapıyorsunuz diye hikaye anlatımında da geleneksel olmak zorunda değilsiniz.
Filmin başından itibaren iki ana karakterin arasında bir etkileşim olduğuna inanmak için çok zorladım kendimi ama hiçbir şey inandırıcı ve samimi gelmedi. Bunun da özellikle Cate Blanchett’ın karakterinin psikolojisini bize iyi yansıtamadıkları için olduğunu düşünüyorum. Carol, kızına oyuncak baktığı o mağazada Theresa’yı gördüğü ilk andan itibaren onu etkilemeye, baştan çıkarmaya çalışıyor. Theresa’yı Carol için özel kılan şeyin ne olduğunu asla bilemiyoruz mesela. Boşanmanın eşiğinde, çökmekte olan bir evliliği olan orta yaşlı bir banliyö kadını, içinde bulunduğu boşluktan ötürü o an kasada başka güzel bir kız olsa onu da etkilemeye çalışırdı sanki. Karşımızdaki karakter bir aşk kadınından çok zengin bir ‘cougar’ gibi.
İkilinin ilişkisine eğilmek yerine boşanma mevzuları, eşinin çocuğunu alıp Carol’a göstermemesi ve çocuğun velayeti gibi konularla oyalanıyoruz. Doğru düzgün birlikte olduklarını bile göremeden yine yolları ayrılınca, ne aralarındaki ‘şeyi’ hissedecek ne de ayrıldıktan sonra onlar için üzülecek vaktimiz kalıyor. Bu bahsi geçen tutkuya dair bir şeyler görebileceğimizi düşündüğümüz sevişme sahnesi de çekilebilecek en amatör, duygusuz ve ruhsuz sevişme sahnelerinden biri olunca neden bu karakterlerin başına gelecek şeyleri umursamalıyım diye ister istemez sormak durumunda kaldım. Blue is the Warmest Color‘da başrol oyuncularını çok zorladı diye herkes Abdellatif Kechiche’e çok kızmıştı 2 sene önce. Todd Haynes’ın ise Cate Blanchett’ı seviştirecek diye ödü kopmuş sanıyorum ki. Bir sahne ancak bu kadar çekilemeyebilirdi. Yaptıkları işler kötüdür iyidir ayrı tartışma ama Fransa Sineması’nın yanına bile yaklaşamıyorlar cüretkarlık konusunda ve maalesef bu geleneksel kafayla ne kadar eşcinsel temalı film yaparlarsa yapsınlar içerik olarak geleneksel kalmaya da devam edecekler.
Bugüne kadar Cate Blanchett’ın beğenmediğim tek performansı bile yok. Bu kadının oynadığı karaktere beni inandıramadığı, etkisi altına alamadığı tek bir filmi bile yok. Blanchett, bugün kariyerinde geldiği noktada perdede güzel gözüktüğü için durmuyor. Gerçekten sektördeki en yetenekli oyunculardan biri olduğu için duruyor. Todd Haynes’ın Blanchett’ı yönetirken en çok da bunu idrak edemediği kanısındayım. Bize Blanchett’ın ne kadar güzel olduğunu satmanız gerekmiyor. Oysa ki Carol, her yanıyla 50’lerin dergi kapaklarından fırlamış bir pin-up modeli gibi duruyor. Yani inanın Tom Ford’un A Single Man filminde bile Julianne Moore’un daha az moda çekiminden fırlamış gibi bir hali vardı.
Carol, Theresa karşısında bir ‘persona’ oluşturuyor. Kocasıyla, çocuğuyla olduğu sahnelerde daha samimi ve daha insani bir Carol görüyoruz ancak Theresa’nın karşısına geçtiğinde bir çeşit mükemmel, tapılası kadın imajı yaratıyor. Yani femme-fatale demek istemiyorum fakat sanki Gone Girl’de tanımlanana benzer bir ‘cool kadın’ imajı sunmaya çalışıyor. Bu bir olumsuz eleştiri olarak sayılabilir mi? Pek değil. Ancak Cate Blanchett’ın karakter içinde karakter oynuyormuşçasına yarattığı bu görüntü Theresa’ya aşık olduğunu hissettirmesinden ziyade ona etkileyici gözükmeye çalıştığı hissiyatı bıraktı bende. Haynes ise Carol’ın psikolojini daha iyi irdelemek yerine güzel gözüküp gözükmediğiyle uğraşmış gibi duruyor.
Theresa gibi genç bir kızın neden Carol’dan etkilendiğini görmek ise hiç zor değil. Hem moda dergilerinden fırlamış hem de aslında hiç uğraşmamış, evden öylece çıkmış gibi duran stili, sigarasını tutuşu, görmüş geçirmişliği her halinden belli olan olgunluğu ve büyüleyici güzelliğiyle Carol, Theresa’nın aklını kolayca alabilecek bir ‘karakter’. Rooney Mara ise belki filmi tek başına taşımıyor ama şunu söyleyebilirim ki Theresa olarak Cate Blanchett’ın Carol’ından çok daha sahici bir iş çıkarıyor. Üzücü olan şey ise, tüm hikayeyi Theresa’nın gözünden izlememize rağmen, yine de Rooney Mara’nın yeterince öne çıkmasını sağlayacak kadar karakteri bize tanıtmıyor oluşları. Empati kurabileceğimiz birkaç sahne daha verilseydi, bu sene Rooney Mara’nın Oscar’ı alması işten bile değildi. Onu olduğu sahnelerde Cate Blanchett’ı izlemedim bile diyebilirim ve bugüne kadar benim için bir filmde Cate Blanchett’ın önüne sadece Notes on a Scandal‘da burun farkıyla Judi Dench geçebilmişti. Carol’ı ne kadar hissedemediysem Theresa’yı da o kadar hissettim. O uzaktan beğendiğimiz, belki de gözümüzde büyüttüğümüz, kalbimizi ilk kıran o eski aşkımız gibi olduğundan, bilemiyorum.
Todd Haynes, alelade bir yönetmen değil benim için. Bu yüzden takdir edersiniz, bir Vogue çekiminden daha fazlasını ummuştum kendisinden. Dedim ya Carol bakması çok güzel bir film. Başından sonuna kadar. Bu çekimlerle, oyunculuklarla ve kostümlerle, tıpkı Theresa’nın etkilendiği gibi Carol’dan etkilenmemek zor. Ama maalesef her şeyiyle bir o kadar stilize ve konvensiyonel. Hatta belki samimiyetsiz. Sadece Queer Sinema için eser çıkarmış olmak için film çekilmesinden yana değilim. Ya da sadece eşcinsel bir karakteri oynamış olmak için Hollywood’lu oyuncuların bu rollere balıklama atlamaları beni mutlu etmiyor. Queer Sinema’nın önemli olduğunu tartışmıyorum. Benim tüm savunduğum Carol’ın, Queer Sinema için önemli bir film olmadığı. Bir eşcinsel ilişkiyi anlatıyor olmanız, seyirciniz umursamadığı ve seyirciye hissettiremediğiniz sürece bir değer kazanmaz. Daha önce de demiştim, bazen Oscar gibi ödüllerde ne anlattığınız onu nasıl anlattığınızın önüne geçiyor. Carol için de durum bundan ibaret.
Filmle ilgili gördüğüm en güzel yorumla noktalarsam derdimi daha iyi anlatmış olurum: “Carol’ı izlemek, eski bir fotoğraf albümüne bakmak gibiydi ama hepsi o kadar”.