Yazarlarımızdan yazı veya fotoğraf istedik bir sene önce gerçekleşen Gezi protestolarıyla ilgili. Gönderdikleri anı ve fotoğraflar aşağıda. Gezi, bizce kutlanılması gereken bir kilometre taşı. Kritik bir eşik. O yüzden de yazılarımız, biraz içimizdeki uyanışla ilgili oldu. Şu şekilde oldular, gün içerisinde de yer yer Gezi ile ilgili listeler, makaleler ve galeriler karşınıza çıkmaya devam edecekler. Buyurun.
Öykü Akın
Geçen yıl bu gece, ertesi günün hayatımın en güzel ayının ilk günü olacağını bırakın tahmin etmeyi; rüyamda görsem bilinçaltımı yaratıcılığından ötürü tebrik eder, hayatı alışageldiğim standart umutsuzlukla sürdürmeye devam ederdim.
Gezinin gösterdiği üzereyse bazen gerçek harbiden de hayalden daha tuhaf olabiliyor. hayal gücünün sınırlarını fersahlarca aşıp, sıradan bir cuma gecesini, yüzlerce insanla beraber bir parkta tepinirken bir yandan zıplamayan tayyip diye bağırdığınız sürreal bir deneyime dönüştürebiliyor. İlk gün gazdan kusmak üzereyken, bir kaç gün sonra gaz yağarken sigara yakıp keyif yapmaktan, bütün diğer sloganlardan sıkılınca kıskananlar çatlasın melodisine yazılmış en yaratıcı dizeleri (receep tayyip erdoğan recep tayip erdoğan!) diliinize dolamaya kadar her türlü kafayı, hem de dünyanın en sıkıcı başkenti Ankara’da, yaşayabildiğiniz bir dönemden bahsediyorum.
Yüzüklerin Efendisi’nde bir yol arkadaşı olmayı hep istedim, ne dilediğine dikkat et deseymişiniz yeridir. Bir maceraya atıldık ve ben nerdeysem, biliyordum ki bütün arkadaşlarım da yakındalar, bir köşe başında kendi maceralarını yaşıyorlar. En güzel kısmı buydu heralde, ayrı ama hep beraberdik, farklı yollardan aynı hedefe koşuyorduk ve her köşe başında kolumuzdan tutup suratımıza talcid sıkan insanı tanıyor olma ihtimalimiz en güzeliydi. Ankara bir günde Orta Dünyaya dönüşmüştü. Gökçek’in yol genişletmek için kırptığı kuğulu park hiç o kadar büyük olmamıştı. Çirkinler çirkini meşrutiyet caddesi gözlerimin önünde minas tirith oluvermişti, Güvenpark ve çevresi ise tabi ki Mordor’un kapıları.
Ne zaman karanlık üstümüze çökse, polisleri yada gazlarından değil, insan olduğumuzdan ve acılar yüreğimize dokunduğundan, yine insanlığımızından gelen çekingen kahkahalarla dağıldı. Büyük resme bakınca savaşı kazanamadık. Savaşlar gülerek veya o dönem dilimize yapıştığu gibi mizahla kazanılmıyor olabilir. Fakat unutageldiğimiz şey de şu: gülmeyi ve eğlenmeyi, kaybettiklerimiz yanıbaşımızdaymış gibi yürümeyi hatırladıkça, sevdiklerimizi alıp sokağa oynamaya çıktıkça yani pes etmedikçe, kaybedemeyeceğimiz açık.
Oyun sahası hazır, oyuncularını, izleyicilerini, taraftarlarını bekliyor ve biz pes diyene kadar kazanma şansımız hep var.
Zıplamaya, dans etmeye, gülmeye, göz süzmeye, bağırmaya, sarılmaya, muhabbet etmeye, protestoya, oyuna bekleriz.
Cihan Türe
Gezi Parkı protestoları… İzmir`deyiz, protestolara katılacağım. Eşim bırakmıyor, tutturmuş “ben de geleceğim”
Bir yandan ülke için bir şeyleri protesto etmek, bir yandan sevdiklerimiz. Gel gelmesine de oradaki kahraman polisimiz, kendisinin de geleceğini savunmak için orada olduğunu bilmeden senin kafana vurursa? Sonra o polisi ellerimle öldürdüğümde kaç yıl hapis yatarım? Anlatamıyorum…
Derdim başbakanla, parkla felan değil aslında, polisle. Gitme amacım da sadece protesto etmek değil, kahraman polisin elinden 3-5 kişiyi kurtarmak. Çevreye zarar vermeye çalışanları engellemek, sivil görünümlü ama rozetleri olanları fark edip gruptan uzak tutmak. Hak hukuk hikaye, istediğin kadar bağır sorumlulular duymuyorlar. Ama sokaktaki şiddet gerçek. Zarar görenler gerçek…
Sadece eşimi oradan uzak tutmak için Gündoğdu`ya gitmiyoruz, Bornova`daki gösterilere birkaç gün kendim gidiyorum. Cepte maske niyetine eski bir tişört kolu. Rahat ayakkabılar giyilmiş, uzun kollular üzerimde. Semtinizin dostane paladini iş başında, gaz bombalı orklarla aranızda duracak merak etmeyin.
Ama Bornova`daki gösterilerde polis tarafından taşkınlık yapan olmuyor, bütün ilçe tek vücut halinde yürüyor. Şiddet olmadığını görünce eşimi de alıyorum sonraki günlerde. Bizimki tam bir çılgın, ıslık bile çalamıyor. Atılan sloganları anlamıyor ama iyi niyet dorukta, küfür olmayan tüm sloganlara anlayabildiği kadar katılıyor. Zorla eve geri getiriyoruz. “Yarın da gidiyoruz oyun bozanlık yok” diye pazarlık yapıyor. Bir şey olursa eve kaçacağı sözüyle anlaşıyoruz.
Aynı günlerde 12 yaşındaki kuzenlerimden birini görüyorum, meydandaki heykelin tepesine tırmanmış elinde Türk Bayrağı. O yukarı tırmanınca kalabalıktan alkış kopuyor, bizimki kalabalığı galeyana getiriyor.
Günler geçiyor, belki de iki ay sonra alakasız bir ara sokakta, yerdeki kaldırım taşının üstünde 3×6 cm büyüklüğünde “devasa” bir yazı görüyorum. Muhtemelen cd kalemiyle yazılmış. Üzerinde başbakanla ilgili galiz bir küfür var. O kadar küçücük yazıyor ki ayakta dururken yazıyı okuyamıyorsunuz.
Gezi günlerinde, Gündoğdu`da kendim de gidiyorum bir ara. Savaş alanı… Savaş günlüklerini yazmaya gerek yok. Biz şimdilik, ekranlarda görünmeyen çılgın göstericilere saygılarımızı sunalım.
Yigilante Kocagöz
“İnsan tarihi kendisinin seçmediği koşullarda yaratır.”
Karl Marx
Geekyapar’ın Justice League’i sayılabilecek olan o gizemli editör ofisimiz geçen gün mail kutumu tıklattı. “Biz Gezi Günleri hakkında yazılar toplamaya karar verdik, sen de çorbaya tuz olmak ister misin?” diye soruyordu gelen mail. Nasıl istemem? İmkanım olsa çorbanın tuzunu bırakın, ısıtan ateşi, kaynayan suyu, baharatı, salçası, yağı da olmak isterim. Ne var ki kader beni hep tuz olmakla yetinmeye mahkum ediyor. Mayıs 2013’te Heidelberg’te bir enstitünün bodrum katındaki küçük laboratuvarında idim, bir sene sonra ise şu cümleleri Aachen’da, tren istasyonuna beş dakika mesafede şirin bir apartman dairesinden yazıyorum. Kusura bakmayın, bu sene de olmam gereken yerde değilim.
Biz el memlekettekiler için Gezi nasıl başladı peki? Sabahın köründe yapmayı planladığımız haftalık laboratuvar toplantısı, profesörümüzün dişçi randevusundan ötürü üçüncü kez ertelenince yorgun kafayla kendimizi ofisten dışarı atmış, laboratuvar tezgahlarımızı yeni deneeyler için hazırlamaya koyulmuştuk. Cuma gününün “bitsin artık” ruh hali, yapılan işin yoruculuğu, ilgisiz proseförün ve sağolsun yazılması gereken teze zerre önem vermeyen danışmanın motivasyon kemiren doğası, hepsinden öte Almanya’da olmanın, daha doğrusu aylardır Türkiye’de, evinde olmamanın mutlak gerilimi damardaki kan gibi vücutta geziniyorsa, insanın gün içinde kendine verebildiği tek ödül gerilla usülü yapılan facebook kaçamaklarından ötesi olamıyor. Hükümetin ve geleneksel Türkiye politikacılığı sağolsun, uzunca bir süredir bu facebook kaçamakları da yüzümüzü güldürmez olmuştu.
Düşünsenize, Reyhanlı Katliamı gerçekleşeli üç hafta, Emek Sineması yıkımını protesto eden insanlar biber gazına boğulalı bir hafta anca olmuş. Reyhanlı’da ölenlerin hepsinin sünni olduğunun “kesin bilgisi” Başbakan tarafından verilmiş. Sinema yıkımındaki gençlerin hepsi meğerse terör örgütü sempatizanıymış. Binlerce “mış”, binlerce “miş”… Tüm bunların arasında Türk Hava Yolları çalışanları grev yapma çabasını takip ediyorum. Salih Memecan Bizimcity’de grevcilere kafayı takmış, her gün yeni bir bayat mizah harikasını okurlara armağan eder halde… Almanya acı vatan, Türkiye ise içine girerken ayakkabıları ve umutları kapıda bırakmanın gelenek olduğu bir kayıp zindana dönmüş gözümüzde.
İşte böyle bir ruh halinin Cuma öğlene doğru facebookta gezinirken yaşadığı şaşkınlığı hayal edin…
Aslında hayallik bir durum da yok ortada. “Gaz Beşiktaş’a kadar indi!” haberleri, elden düşmeyen telefonlar, “annemler babamlar iyiler mi?” kaygısı, akşama kadar geçen atılan onca mail, konsolosluğu aramalar, Türkiye’den diğer gelenlere ulaşmak için gösterilen yoğun çaba.
Akşam vakti ise senelerdir görülmeyen ahbaplarla buluşup “naber, nasılsın?” diyemeden kendini bilgisayara, telefona vermeler. Hayattaki ilk twitter deneyimi, “Ezgi, retweet noluyor, Emrah bunu favourite edince kaç kişi görüyor?” ile geçen dakikalar, saatler (daha günler böyle geçecek ama o vakit haberimiz yok). Gecenin beşinde gizlice laboratuvara gidip ertesi gün Mannheim’da yapılacak yürüyüşte kullanmak için laboratuvar yazıcısından basılan el ilanları, afişler…
Biz tüm karmaşayı algılamak için tüm sinir hücrelerimizi paralarken “dış mihrak” arkadaşlarımızın bizi şaşkınca seyretmesi.
“Türkiye’de kadınlar isyan etmiş galiba, öyle duydum haberlerde”
“Yok, Türkiye’de doktorlar bir camiyi üs haline getirmişler, doktorlar darbe yapacakmış galiba”
“Köprüyü yürümeye kalkmış insanlar, toplu intihar denemesi olacakmış…”
(Şimdi kulağa garip geliyor ama eylemcilerin “iş makinesiyle polis panzeri kovaladığı” bir karmaşadan da bahsediyoruz öte yandan. Kime inanasın, neye güvenesin? Karşına böyle savlarla gelen arkadaşına ne diyesin?)
Editör benden tuz talep etti ama bende bol şaşkınlık, en fazla bir tutam da hüzün varmış be Geekyapar okurları, onu da tüm direnişi dışarıdan seyrettiğim için melankoli toprağında yetiştirmişim. O günleri İstanbul sokaklarında yaşamak nasip olmadı ama öte yandan büyük bir dert de değil. Zira olayımız işin macerası olsa belki o zaman dert olurdu. Dün politik olmayı marjinal sayan, duyarlılığı zayıflık gören o lanetli algı artık kırıldıysa, Batı Türkiye’nin insanları Doğu’da yıllardır süregelen sistematik baskıyı artık biraz anlamaya başladıysa ve artık herkes için korku duvarlarıı bir nebze sarsıldıysa ben yaşayamadıklarımın hüznüne takılmam, değişimin mutluluğunu yaşarım. Bir şeyler değişmemiş olsa idi, Soma Katliamı’nı bu kadar güçlü bir şekilde konuşup adalet talebinde bulunabilir miydi bunca insan?
Uzun lafın kısası, pek sevdiğimiz bir dedektifin zamanında dediği gibi;“Once there was only dark. If you ask me, light’s winning.”
Pek mühim not: Başlangıçta bu yazıda size dostum Kerem Can Karakaş’ı tanıtmak istiyordum ama benim ucuz edebiyatımın onu tasvire yetmeyeceğine karar kıldım. Bilgisi ve kendine has duruşu ile biz sevenlerine her daim yeni şeyler katmış olan Kerem Can’ı geçen sene, tam da Gezi Direnişi’nin ilk gününün sabahı kaybetmiştik. Kerem’in çok erken yaşta geçirdiği kalp krizi, tüm o bilgi kirliliği ile dolu atmosferde yanlış haberlerin doğmasına sebep olmuş, bazı haber sitelerinde kendisi Gezi Direnişi’nde vefat etmiş gibi lanse edilmişti. Kerem’in krizi Levent’teki işyeri yakınlarında geçirdiğinin (yani Gezi Direnişi’ne katılmadığının) öğrenilmesinin ardından Sabah Gazetesi de kendisini acilen haber yapma ihtiyacını duydu. Gazetenin başka bir gün olsa ( gazete binasının çok yakınında gerçekleşmesine rağmen) Kerem’in kalp krizini haber yapmayacağını ön görmek zor değil. Haberin yapılış maksadını ve çirkin dramatik tonunu bir senedir asla unutmadım, daha da unutmam. Sabah Gazetesi’nin bu seviyesizliği zihnimde hep bir gazetecilik ayıbı olarak kalacaktır. Rahat uyu Kerem Can, her şey bizim aklımızda, sen merak etme…
Seçkin Özcan
Bugün hepimiz için çok anlamlı bir gün; Gezi olaylarının yıldönümü. Ancak benim için anlamı sizin anladığınızdan, yaşayıp, gördüklerinizden bayağı farklı. Gezi olayları olurken ben askerdeyim. Bir daha düşündüm de aslında çok da farklı değiliz; ben vatani görevimi İskenderun’da yapıyordum, siz ise görevinizi Gezi Parkı’nda, başka illerde, başka yollarla yapıyordunuz. Aynıydık yani, aşağı yukarı. Zaten problem de bu değil miydi? Biz aynıyız. Vuran da, vurulan da, canı acıyan da hiçbir şey yapmayan da bizden değil mi? Öyle. Bu yüzden anlayış istiyorum insanlardan, tüm okurlarımızdan. Mümkünse biraz da insaniyet, biraz da empati istiyorum tüm büyüklerimizden ve tabii yine hepimizden….
Bu şekilde bir anlayış olana, hak ve hukuk yerini bulana kadar yeni Gezi’lerde görüşmek üzere…
Denizci.
Doğaç Yavuz