Bir artı bir iki eder, önce şunu söyleyelim; Türkiye Cumhuriyeti anayasamızda bir hak olarak tanımlanan grev ve boykot sadece modern çağda değil, tarih boyunca toplumsal değişimler yaratmakta önemli bir araç oldu. İş sözleşmesi, sendika ve derneklere üye olmak gibi bileşenleri değişse de bireysel ya da toplumsal grevler hem ulusal hem de uluslararası camiada anayasa tarafından korunmakta olan bir hakkı gösterirler.
Arz ve talep, alım ve satım gibi pek çok kısa koşulla özetleyebileceğimiz bir ekonomik girdi çıktı sisteminde, özellikle çağımızda tek bir birey olarak hayatta kalmaya çalışanlarız; bu anayasal hakkın ne işe yarayabileceğini sorguluyor olabiliriz. Çok haklı sebeplerimiz de var, bir kere çoğu işletme ya da kurumsal yapı için ‘müşteri’, ‘vatandaş’ gibi tekil anlamları karşılayan çoklu sayılarla ifade ediliyoruz. Fakat daha önce de söylediğim gibi, bu kurumsal yapı, bu işletmeler ve dahi bu düzen dahi etrafta yokken sahip olduğumuz yegâne güçle katıldığımız grev ve boykotlar, tarihin seyrini değiştirdiler.
Bazılarını hepiniz biliyorsunuz. 1 Mayıs İşçi Bayramı’nın kökeni böyledir; 1886 yılında Chicago’da işçiler 8 saatlik iş günü talebiyle bu grevlerde yer aldı, bugünden çok farklı olmayan şekillerde polisin işçilere ateş açmasıyla büyük bir katliam yaşandı. Bu olay, tüm dünyada işçi mücadelesinin simgesi hâline geldi ve bugün İşçi Bayramı’nı kutluyoruz. 1908 yılında New York’ta, tekstil işçisi kadınlar daha iyi çalışma koşulları ve eşit ücret talebiyle greve çıktı, bugünden çok farklı olmayan şekillerde baskıya, tehditlere ve şiddete maruz kaldılar. 1910’da Kopenhag’da düzenlenen Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda, bu direnişin anısını yaşatmak için 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olarak kabul edilmesi önerildi. O günden bugüne, kadınların emeği ve hakları için verdikleri mücadele, dünyanın dört bir yanında devam ediyor.
Bugünün yıkamayacağımızı düşündüğümüz o düzeni bile vakti zamanında yıkılmaz denilen o başka düzenlerin sayesinde kurulmuşken, aksini savunmak zaten abesle iştigal değil midir? Bu yazıda beraber, anayasal hakkını kullananların, grev ve boykot haklarını kullanarak neleri değiştirdiğini beraber konuşacağız.
1) Zanaatkar Grevleri

Orta Çağ’da, zanaatkârlar ve işçiler, toplumsal ve ekonomik adalet arayışında, tarih boyunca gördüğümüz en güçlü örgütlenme biçimlerinden biri olan loncaları kurdular. 12. yüzyıldan itibaren, daha iyi çalışma koşulları ve daha yüksek ücretler için grevler ve üretim durdurma eylemleri başladı. 14. yüzyılda Fransa ve İtalya’daki dokumacılar, düşük ücretler ve ağır vergilere karşı greve giderek üretimi durdurdular. Bu direnişler, yalnızca ekonomik değil, toplumsal değişim adına da büyük bir adım oldu ve lonca üyelerinin haklarını savunmalarının, dönemin feodal yapısını zorlayarak büyük değişimlere yol açtığını gösterdi.
Zanaatkâr grevleri, çalışma koşullarında iyileşmeler, eşitlik taleplerinin güçlenmesi, lonca sisteminin örgütlenme ve işçi hakları savunusundaki rolü gibi önemli değişimlere yol açtı. Bu grevler, feodalizmin zayıflamasını, işçi sınıfının ekonomik bağımsızlık kazanmasını ve kapitalizmin temellerinin atılmasını hızlandırdı. Ayrıca, loncaların etkisiyle toplumda sınıf hareketliliği sağlanarak, serfliğin ve feodal yapının ortadan kalkmasına katkı sundu.
2) Tuz Yürüyüşü

Mahatma Gandhi’nin liderliğinde gerçekleştirilen Tuz Yürüyüşü, Hindistan’ın İngiliz sömürge yönetimine karşı en etkili ekonomik boykot hareketlerinden biriydi. İngiltere, Hint halkının kendi tuzunu üretmesini yasaklamış ve tuz üzerindeki yüksek vergilerle büyük gelir elde ediyordu.
Gandhi ve binlerce Hintli, 240 mil yürüyerek denize ulaştı ve kendi tuzlarını üreterek İngiltere’nin ekonomik tekeline büyük bir darbe vurdu. Bu hareket, Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesinde bir dönüm noktası oldu. Ancak günümüzde birçok kişi Hindistan’ın bağımsızlığının sadece siyasi mücadeleyle kazanıldığını sanıyor ve bu ekonomik boykotun önemini bilmiyor.
3) Montgomery Otobüs Boykotu

Montgomery Otobüs Boykotu, sadece bir ekonomik eylem değil, toplumsal adaletin ve eşitliğin savunulması adına atılmış büyük bir adımdı. 1955’te Rosa Parks’ın otobüste beyaz bir yolcuya yer vermeyi ve arkada oturmayı reddetmesi üzerine başlayan bu boykot, siyah topluluğun özgürlük ve eşit haklar uğruna birleştiği bir dönemeç oldu. 381 gün süren direnişin sonunda, ABD Yüksek Mahkemesi, otobüslerdeki ayrımcılığı anayasaya aykırı buldu. Bu eylem, sadece siyahların hakları için değil, toplumsal dönüşüm için ne denli güçlü bir araç olabileceğini gösterdi.
4. Nestlé Boykotu

Nestlé’nin Afrika ve Asya’da anne sütü yerine bebek maması kullanımını teşvik eden agresif reklam politikaları, binlerce bebeğin ölümüne yol açtı. Bunun üzerine dünya genelinde tüketiciler Nestlé ürünlerini boykot etti.
1977’de başlayan küresel boykot, Nestlé’yi etik politikalarını gözden geçirmeye ve dünya çapında bebek maması reklamlarını sınırlamaya zorladı. Bu boykot, bebek maması pazarlamasına dair sıkı düzenlemelerin getirilmesine yol açtı; bunlar arasında, özellikle gelişmekte olan ülkelerde, bebek mamalarının anne sütü yerine kullanılmasının teşvik edilmesini yasaklayan ve şirketlerin sadece tıbbi uzmanların önerisiyle reklam yapmalarını sağlayan yeni kurallar yer alıyordu. Sonuçta, Nestlé ve benzeri şirketler, tüketicilerin gücünü ve örgütlü direnişin toplumsal değişim yaratma potansiyelini anlamak zorunda kaldılar.
5) Black Lives Matter

Tüketici gücünün ırkçılık gibi yüzlerce yıllık bir ideolojiyi dize getirmesinin en yakın örneklerinden biri, sosyal medya çağının da büyükçe etkisiyle Black Lives Matter hareketi olabilir. Yerli oyun sektöründe dahi her nasılsa “Şimdi nefes alabiliyor musun?” sorusunu da canlı yayınında gülerek dile getiren bazı ‘incelemecilerin’ hâlâ nasıl sektörde barınabildiğini bile anlayamadığımız bir zamanda, George Floyd’un öldürülmesiyle birlikte sokaklara taşan öfke, yalnızca pankartlar ve sloganlarla değil, ekonomik bir direnişle de kendini gösterdi. Büyük şirketlerin polis teşkilatlarına finansal destek sağladığı ortaya çıktığında, tüketiciler paralarının nerede ve nasıl kullanıldığını sorgulamaya başladılar. Amazon ve diğer dev firmalar, bu süreçte sert bir boykotla karşı karşıya kaldılar.
Halkın ekonomik baskısı, şirketleri ırkçılığa karşı yeni politikalar oluşturmaya, daha şeffaf olmaya ve eşitlikçi uygulamalar getirmeye zorladı. Kendi cebimizde taşıdığımız gücü küçümsememek gerektiğini gösteren en net örneklerden biri, yakın tarihte bu oldu.
Tarih boyunca grevler ve boykotlar, yalnızca ekonomik bir protesto yöntemi değil, aynı zamanda toplumsal dönüşümün en etkili araçlarından biri oldu. Orta Çağ’dan modern çağlara kadar süregelen bu direnişler, işçi haklarından sömürge karşıtı mücadelelere, tüketici bilinçlenmesinden ırkçılıkla mücadeleye kadar pek çok alanda köklü değişimler yarattı. Bugün hâlâ, bireylerin tek başına bir şey değiştiremeyeceği yanılgısıyla karşılaşsak da geçmişin ve günümüzün örnekleri, örgütlü mücadelenin ne kadar güçlü olduğunu kanıtlıyor.
Hak, hukuk ve adalet arayan herkes, ana muhalefet partisi dâhil, 2 Nisan’da boykota çağırıyor. 2 Nisan’da; bu bayramda, sadece protesto haklarını kullandıkları için ailelerinin yanında değil, gözaltında ve hapislerde tutulan gençlerin sesi olmak adına “Ne değişecek?” sorusunun yanıtı basit: Ancak haklarımızı kullanırsak, direnmekten vazgeçmezsek ve birlik olursak her şey değişebilir.