Bugün, takriben 9-10 saat önce, Robin Williams’ı kaybettik.
Sabah uyandığımda telefonla öğrendim Robin Williams’ın öldüğünü. İki kere doğrulama ihtiyacı hissettim. “Robbie değil, değil mi?” diye sordum. “Bak trollüyorsan söyle…” diye ısrar ettim.
Ve telefonu kapatıp, internette onun uğruna yazılmış anma makalelerini, onun en iyi filmlerini sıralayan listeleri görene kadar da inanmak istemedim. Hani belki, şaka falan yapıyordu Robin bize. Mizah anlayışı hep uçlarda olmuştu; her zaman gücendirici bulunmuştu komedi rutinlerinin içeriği. Yine öyle komik bir ayıp yapıyordu belki de. Ama değildi, Robin Williams, 64 yaşında hayata gözlerini yummuştu.
Normalde ünlü ölümlerine üzülen bir insan değilim. Gerçekten. Genç de olsalar, hayatlarının sonunda da olsalar; ünlü sanatçıların ölüm haberleriyle ilgili sakin bir kayıtsızlığa sahibim. Benim için onlar, hele ki unutulmaz işlere imza atmış olanlar; sana da bana da olan ölümün ötesine geçecek kadar büyük bir lütfa sahipler zaten. Eğer herkesin bir gün ölümü tadacağı konusunda mutabıksak arkandan ağlayacak iki milyar kişi varken; yaptığın filmler senin bedenin toza karıştığında hâlâ insanları eğlendirecek, düşündürecek ve hislendirecekken ölmenin bu kesin sonlar arasında en güzellerinden birini olduğunun da muhakkak olduğunu düşündüm hep.
Ama şimdi kelimeleri bir araya zor getiriyorum. İçimde tarifsiz bir hüzün var. Birileriyle paylaşmak, gördüğümü yolda çevirip söylemek istiyorum. Oysa ki dedim ya, Robin Williams hayatında pek çoğumuzun hayal dahi edemeyeceği hayranlık, sevgi ve tarafsız bir saygı seviyelerine ulaşmıştı. Seçtiği kariyerinde, pek çoğumuzun umut etmeye korkacağı bir başarısı vardı. Yapmadığı hiçbir şey, almadığı hiçbir ödül yoktu. Ve eminim ki bundan 150 yıl sonra doğacak çocuklara da televizyonda Jumanji gösterilecekti.
Peki niye bu kadar üzüldüm ben?
Neresinden bakarsanız bakın, normal bir çocukluğum vardı benim. Memur bir anne babanın çocuğu olarak, lojman ve toplu konut sitelerinde büyüdüm. Sabah kalkıp okula gider; öğle arasında bahçede top oynardım. Akşam okul çıkışı eve gelir, hemen sokağa çıkar; biraz top oynadıktan sonra da eve gelip ana haber bülteninden önceki çizgi film bandına gömülürdüm. O zamanlar Pokémon, Power Rangers, Şirinler ve benzeri şeyler saat 19:00’dan önce yayınlanırdı, tam çocukların okuldan çıktığı saatlerde.
Sonra ana haber bülteni olur, yetişkinler televizyonu devralır, ben de ya ödev yapar; ya kitap okur, ya da bilgisayar oynardım. Televizyondaki hükmümün ikinci bölümü, ana haber bülteni bitince başlardı.
Şimdiki gençlere belki de şaşırtıcı gelecektir, fakat o zamanlar prime time diye tabir edilen saatlerde yabancı filmler yayınlanırdı. Şimdiki gibi nadir bir şey değildi bir Türkiye kanalının diziden başka bir şey yayınlaması. Biz aşağı yukarı o filmlerle büyüdük. İnternet henüz palazlanmadığı, ülkede kimsenin de VHS alışkanlığı çok fazla olmadığı için; film izlemenin birincil yöntemi buydu.
Ve biz Amerikan sinemasını iki aktör üzerinden tanıdık.
Bunlardan biri Mel Gibson’dı. Cehennem Silahı 1-2-3-4, Maverick, Cesuryürek, Fidye, Komplo Teorisi, Kadınlar Ne İster, Vatansever, Mad Max… Bunlar döne döne yayınlanır, birden fazla kere izlenirdi. Evet, başka aktörlerin de filmleri çok sık verilirdi, örneğin Geleceğe Dönüş serisi en az yirmi kere baştan sona yayınlanmıştır, eminim. Ama dedim ya, iki aktör damga vuruyordu o TV ekranına ve bunlardan biri Mel Gibson’dı.
Diğeri de Robin Williams.
Günaydın Vietnam, Ölü Özanlar Derneği, Kanca, Aladdin, Mrs. Doubtfire, Jumanji, Patch Adams… Bunlar hep Williams’ın içindeki hiperaktif çocuğun ortaya çıktığı ve bizim içimizdeki hiperaktif çocuğu eğlendirerek yatıştırdığı filmlerdi. Çeviriler onun hızına yetişemezdi, o dil bilmez hâlimizle bile anlardık. Günaydın Vietnam da Williams doğaçlama yeteneğini konuşturmuştu. Barry Levinson’ın senaryoda Adrian’ın DJ’lik yaptığı yerlere “Robin olayını yapar” yazıp bıraktığı söylenir mesela. Kanca ve Aladdin’de içindeki çocuksuluğu yansıtmıştı karşı tarafa. Mrs. Doubtfire ve Patch Adams, onun en babacan rolleri arasındaydı.
Ve Jumanji onun başyapıtıydı. En azından, eğer benim gibi 90’larda büyümüş, filmi Kanal D’de defalarca izlemiş, her seferinde de o hüzünlü açılan giriş sahnesinden kolu kaptırıp, heyecanlı finale kadar devam ettiyseniz; böyle düşünmemeniz kaçınılmaz.
Sonradan pek çok unutulmaz filme imza attı Robin Williams. Oscar aldığı Good Will Hunting şüphesiz bunların en önemlilerinden biri. O filmdeki “It’s not your fault…” sahnesi biraz Damon ve Affleck’in senaryosu, biraz da Williams’dan hiç beklemediğimiz o sükut sayesinde öyle vurucuydu. Insomnia ile hep neşesini bize yansıtan adam, ilk defa karanlık tarafını yansıttı. Sonra The Night at the Museum’lar ve Happy Feet’ler; Man of the Year’lar ve License to Wed’ler geldi. Ki eminim, onlar da başka çocukların yıllar sonra hafızasında yer edecek işler olacaklardı.
Ama Robin Wiliams, bir zaman kapsülü bizim için. Benim için öyle en azından. Film dediğinin TV’de, ana haber bülteninden sonra, sonlarına doğru annenin “hadi yat artık bitmedi mi film?” serzenişleri arasında izlenen ve başrolünde Mel Gibson ya da Robin Williams olduğu yılların adamıydı. 90’ların tamamı ve 2000’lerin başı, onun bizim hayatımızda krallardan biri olduğu yıllardı. Bu yüzden de, kendimi biraz buruk hissedeceğim tüm gün boyunca.
Ve tam da bu yüzden, akşam en yüksek çözünürlüklerde edinip, Jumanji’yi tekrar izleyeceğim.
Robin Williams, toprağın bol olsun. Tüm o kahkahalar için, sana kocaman bir borcumuz var…