Çizerler dörde ayrılır: Kötüler, İyiler ve Efsaneler. Dört dedim değil mi? Hah bir de Alex Ross var. Aslında ona çizer demek biraz hafif kalıyor. Ressam demek daha doğru olur sanırım. Kendisinin eserleriyle ilgili en güzel tanım –bana ait değil ama kimin söylediğini hatırlayamadım– “Her sayfası bir tablo görselliğinde” cümlesidir sanırım. Böyle olunca kendisinin işleri her halükarda bir puan önde başlıyor haliyle. Ama yine de genel olarak yer aldığı işlerin çoğunda hikayelerin fazla zayıf kaldığını düşünmüşümdür. Neyse ki, bugün sizlere tanıtacağım eser onlardan biri değil.
Eğer ki Kingdom Come’dan bahsediyorsanız elbetteki açılışı Alex Ross ile yaparsınız. Ama bu görsel şaheseri sadece bu şekilde tanımlarsanız haksızlık etmiş olursunuz kanımca. DC ve Marvel karakterlerini kıyasladığınızda Marvel daha halktan işlere imza atar. Karakterler sokaktandır, gündelik hayattandır, bildiğiniz tanıdığınız kişilerdendir, yani sonuçta hepsi insandır. Ama DC karakterlerini insan olarak görmez. Onlar sıradan insanlar değillerdir, Titan’lardır, bir nevi hepsi insanların gözünde birer tanrıdırlar. İşte Mark Waid tarafından yazılan hikayemizin temelini aldığı yaklaşım da bu.
Kısaca çok da spoiler vermeden hikayeyi anlatırsak, bizim bildiğimiz kahramanlar, geçmişin tanrıları artık emekli olmuşlardır. Yeni bir metainsan jenerasyonu vardır, kötüleri durdurmuş, artık sadece savaşmak için savaşan, savaşırken verdikleri zararları, masumların durumlarını hiç umursamayan, kendini her şeyin üstünde gören bir jenerasyon. Dünya yeniden değerleriyle temsil ettikleriyle eski kahramanlarına ihtiyaç duymaktadır. Ama bu isteksiz kahramanlar dönseler bile her şey daha iyi mi olacaktır? Bunun kararını olayları izleyen -bu vesileyle bize izleten- ama müdahale edemeyen, Spectre’in yön göstericiliğindeki Papaz Norm McKay verecektir.
Spoiler’a girmeden ancak bu kadar anlatabiliyorum. Ama şu kadarını söyleyebilirim ki bu destansı kahramanlar ancak bu kadar güzel bir hikayede bir araya gelebilirlerdi. Ortada zaten epik bir hikaye var, buna uygun ilahi çizimler de var. Hele bir de tanıdığımız bildiğimiz karakterlerimizin yaşlı hallerinin -özellikle görsel olarak- yeniden yaratılışı var ki, o da dillere destan. Her bir karakterin yaşlılığı öyle güzel hayal edilmiş ki, pek çoğunun buradaki tasarımı sonradan farklı yerlerde de kullanıldı. Yani sonuç olarak diyeceğim şudur, gelmiş geçmiş en güzel çizgi romanlar sıralamasında her daim ilk onda olması gereken bir başyapıt var karşımızda, ki çıktığı 1996 yılında Eisner, Harvey ne kadar ödül varsa toplamasıyla da başarısı ortada zaten.
Takip edenler görmüştür, bu “ben çizgi roman okuruyum” diyen her geek’in kütüphanesinde yer alması gereken şaheser geçtiğimiz haftalarda JBC Yayıncılık tarafından dilimize kazandırıldı. Fiyatları diğer çizgi roman yayıncılarına göre (konunun DC lisanslarının daha pahalı olmasıyla alakası olabilir, suçlama yok yani) daha yüksek olmasından dolayı, şahsi çizgi roman koleksiyonumda henüz sıranın gelmediği -ucuzdan pahalıya doğru gidiyorum da- bu yayınevi böyle bir işe imza atınca, desteklemem gerektiğini düşündüm ve hemen kendim satın aldım, anında tek solukta bir kez daha bitirdim. Hal böyle olunca da, sizlerin de bu eseri bilmesi gerek diye yola çıktım, bu yazıya koyuldum.
Çevirisi son derece iyi olmuş, onu söyleyelim. Dil olarak zorlayıcı mıydı tam hatırlamıyorum ama okuma keyfimi kaçıracak bir hatayla karşılaşmadım. Basım konusunda zaten genel olarak bütün yayınevleri iyi ve bu da kesinlikle bir istisna değil, ki Alex Ross’un çizimlerini güzel sunamazsanız vay halinize. Böylesi önemli bir çizgi roman sanatçısının işlerini bu kalitede elimizde görebilmek çok güzel. Yani almamak için hiç bir bahaneniz yok. Hazır kitap fuarları varken, hazır sağda solda indirimler varken kaçırmayın ve arşivinize kesinlikle katın der ve kaçarım.