Çizgi roman alanında kendimce rituellerim vardır. Her üç senede bir Sandman, senede bir de Punisher Max serilerini baştan sona okumaya çalışırım. Bir metinde satır aralarını yıllar sonra yakalamak nereden baksanız heyecan verici bir şeydir ya hani?. Benzer bir işe Jason Aaron’un Vertigo’dan 2007-2012 arasında çıkan serisi Scalped için de girmeyi hep istemiştim ama pek cesaretim yoktu. Sonuçta kolay iş değil, hiç beklemediğim bir anda karşıma çıkan Scalped bundan üç sene evvel beni resmen beton duvara fırlatmıştı. Geçtiğimiz günlerde serinin televizyon uyarlamasının yapılacağı, hatta WGN America kanalı için bir pilot bölümün çekilmeye başlandığı haberini alınca tüm ürkekliğime rağmen kendimi tekrardan Güney Dakota’ya ve Kızıl Karga’nın mafya imparatorluğunun ortasına attım. Gene daha önce fark etmediğim bir sürü detayla karşılaştım ve gene Aaron’un trajedilerle dolu hikayesi altında ezildim. Sonuçtan memnunum, yıllar sonra gene yapacağım…
Seriye aşina olanlar zaten duygularıma hak vereceklerdir ama biz cümlelerimizi şu noktada yeni tanışacaklar için kuralım. Scalped’ta Amerikan popüler kültüründe hep bir şekilde belirmiş, ancak çok nadir odak noktası olmuş bir grubun yaşayışını okuyoruz: Günümüz Amerikan yerlileri. Güney Dakota’nın Prairie Rose Yerli Yerleşkesi’nde hayat “Amerikan Rüyası” olmaktan fersahlarca uzaktadır. Yıllık kişi başı geliri 300 dolar olan yerleşkede alkol tüketimi ve suç oranları her daim doruklara çıkmakta, tüm sokaklar kaçak meth laboratuvarlarıyla dolup taşmaktadır.
Tüm bunların yanında yerleşkenin kaderi tek bir adamın, kabile komisyonu şefi ve bölge şerifi Lincoln Red Crow‘un parmakları arasında döndürdüğü bir bozuk para gibidir. Sert ve karanlık bir lider olan Red Crow’a göre yerleşkenin içine düştüğü bataktan çıkmasının tek yolu yakın zamanda açılacak kumarhanedir. Tüm gözlerin bu kumarhanenin açılışı için yerleşkeye döndüğü kritik bir dönemde Red Crow’un adamlarının girdiği bir bar kavgası ile hikayemize başlarız. Kavgayı başlatan adam yıllar önce yerleşkeden ayrılan Dashiell Bad Horse isimli bir gençtir ve nefretini tüm yerleşkeye kusmaya hazır görünmektedir. Red Crow ilgisini çeken Bad Horse’a tam da kendisi için ideal iş verilir: Kabile polisliği. Meth satıcılarını yakalayıp çete üyesi pataklamak üzerine kurulu gibi görülen bu işin yeterli aşama kaydedildiğinde açabildiği pek çok gizli kapı vardır. Derin ilişkilere açılan kapılar önemlidir, özellikle kabile şefini hapse tıkmak için bölgeye gönderilen bir gizli FBI ajanı iseniz…
Bir suç macerası olan Scalped’ın hikayesi iki zaman aralığında gidip geliyor. Hikayenin bir kolu Bad Horse’un Red Crow’un güvenini kazanma ve yerleşkesine kendini kanıtlama serüvenini anlatırken diğeri bizi 1975 yılına, Red Crow’un gençliğine götürüyor. Yerleşkede o dönem iki FBI ajanının öldürülmesi çevresinde gelişen olanları anlatan bu ikinci hikaye kolu gerçek bir olaydan esinlenilerek yazılmış. Scalped’ın baş karakterleri otuz senelik dönemle ilişkili olsalar da hikaye yeri geldiğinde yüz elli yıl kadar geriye, beyaz adamın yerli halk karşısında üstünlüğü kazandığı ilk günlere kadar gidebiliyor.
Şunu belki de özellikle belirtmek gerekir ki Scalped kesinlikle okuması kolay bir seri değil. Hayali olmasına rağmen korkutucu bir inandırıcılıkla kurgulanmış olan Prairie Rose Yerleşkesi’nde insanların hayatı her daim pamuk ipliğinde. Fakirliğin, gettolaşmanın ve bunlara karşıt olarak bir kurtarıcı gibi sunulan kentsel dönüşüm afyonunun (kumarhanenin kuruluşu) toplum üzerindeki etkisi her sayıda güçlü bir şekilde okura yansıtılıyor. Zaten Scalped’ın bir varoluş amacı da zihinleri bazı eski mitlerden temizlemek. Kendi topraklarında asalak muamelesi gören, katliamlarla kökü kazınan ve yeni kuşaklarına sadece umutsuzluk ve alkolizm mirasını bırakabilen bir halkın yıllarca beyaz Amerika’nın masalları doğrultusunda gözlemlendiğini söylemek gerek.
Bu masallar yirminci yüzyılın başlarında Amerika’nın ilk yerlilerini kelle avcısı olarak yansıtırken 1968’in coşkusunun ardından onları doğanın dostu bilge halk olarak anlatıyordu. Geçen yıllar yerli kabilelerin de herhangi bir halktan daha kötü ya da bilge olmadıklarını gösterdi. Scalped’ın da başka bir beyaz Amerikalı hikayesi olduğu, halkın içinden bir ses olmadığı söylenebilir, ancak bu sefer geçmişe kıyasla daha gerçek (ya da gerçeğe dayanmaya çalışan) ve eleştirel bir hikayenin kağıda döküldüğü aşikar. Jason Aaron’un yazdığı meseleyi bir nevi Amerikan topraklarında geçen bir Yaşar Kemal romanı gibi görebilirsiniz. Zaten Scalped’ı okurken pek çok noktada Türkiye toplumu ve yakın tarihi ile benzerlikler yakalamanız çok olası. Sebebi ne olursa olsun savrulan halklar her coğrafyada benzer özellikler gösteriyor herhalde diyelim sadece…
Her ne kadar Scalped’ın adını yukarıda hep Jason Aaron ile ansam da bu hikayeyi bu kadar çarpıcı yapan çizer R. M. Guera’dan da bahsetmek gerekli. Sırbistan doğumlu ve İspanya’da yaşayan Guera Scalped’ın sayılarının büyük çoğunluğunun çizimlerini yapan isim. Katıksız bir Amerika hikayesi için Avrupa’dan bir bir çizerin ithal edilmesi kulağa ilk başta aykırı gelebilir, öte yandan tüm dünyanın Western kültürünü İtalyan ve Fransız çizgiromanlarından öğrendiğini düşünürsek belki de yapılan seçim alınacak en mantıklı hareketlerdenmiş bile diyebiliriz. Guera’nın tarzı Vertigo’nun Amerikan formatı içinde kimyasını bulabilmiş ve farkını hissettiren bir kalite yaratmış.
Çekim süreci başlayan Scalped’ın pilot bölümü ne zaman tamamlanır, o bölüm beğenilip de televizyonlarda yayınlanır mı, yayınlanan bölüm orijinal esere sadık kalır mı şu an bilemeyiz ama gerçekten beyazperde/televizyonda hayat bulması gereken bir avuç çizgiroman serisi varsa Scalped onlardan biri. Çizgi Düşler tarafından Türkçe basımı da yapılan bu seriyi ilk fırsatta edinmeye çalışın. Scalped için umutsuz bir hikaye demek istemem (ilk okuduğumda bana öyle gelmişti, ikinci tur fikrimi biraz değiştirdi) ama trajedilerin hayatın doğalı, hatta esas ilkesi olduğu iddiasında bir seri ile karşı karşıya olduğunuzu bilin. Şimdi bir deneyin, belki iki üç sene sonra sizin de yeniden okuyasınız gelir, o trajedilerden farklı mesajlar çıkarırsınız.
Not: Bu konuda çok emin değilim ama ingilizce “Redskin” teriminin bir aşağılama ifadesi olmasından ötürü yazıda özellikle “kızılderili” tabirini kullanmaktan kaçındım ve her seferinde “Amerikan yerlisi” demeye çalıştım. Muhtemelen ifadenin Türkçe’ye kazandırılması sürecinde kimse geçmişte özel bir hassasiyet gösterme gereği duymadı. Konu hakkında fikri, birikimi olan beni bilgilendirirse sevinirim.