Sinema ve seks: Bu iki kavram arasındaki ilişkiyi basitçe; aileleri birbirine karşı iki aşığın ilişkisine benzetebilirsiniz. Merak etmeyin, bu kavramların ilişkisini aşk kadar güçlü bir metaforla tanımlarken içiniz rahat edebilir. Yaptığınız mübalağa değil, yalnızca yerinde bir teşbih olur: Seks zaten başlı başına dışa vurulmaya çırpınan bir olgudur, –teşbih bu ya– ilgiye aç bir sevgilidir. Sinema ise dışa vurumun yeni gözdesi olmasıyla ve ses ile görüntüyü bünyesinde barındıran –bu konuda ilk olan- yapısıyla ilgiye aç sevgilisi için kucak açan ideal sevgili konumundadır.
Elbette sinemanın bu metafordaki tek rolü güvenli bir liman olması değildir. Sanatların yedincisi aynı zamanda bir göl limanıdır, bencildir yani; gemilerinin kendinden ebediyen kopmasını istemez. Bu yüzden en başından bu ilişkide seks kavramının gönlü olmasa bile, sinema var olan tüm olguları yansıtma açlığında gün gelecek bu kavrama da rastlayacaktır; belki de ona zorla sahip olmaya çalışacaktır. Gazoza atılan ilaçlar gözünüzde canlanmadan önce sakin olun, neyse ki böyle bir ilişkiyi incelemiyoruz.
Siz de benim gibi sakızmışcasına uzatılan metaforlardan hoşlanmıyorsanız maalesef çok şanslı bir gününüzde değilsiniz. Çünkü sinema ve seksin ilişkisi, temelinde olduğu kadar gelişiminde de yasak bir ilişkiyi oldukça andırıyor. Örneğin bir filmde görülen ilk öpücük, en az yasak bir ilişkide gerçekleşen ilk öpücük gibi cüretkar fakat kaçamak. Bu klişe metaforu yakamdan atamamın sebebine bir kanıt olarak sizi Thomas Edison‘un 1896’da çekilmiş 20 saniyelik filmi The Kiss‘i izlemeye davet ediyorum:
Sanıyorum ilişkinin yasaklayıcı tarafından da söz etmek gerekiyor: Konu seks kadar tabu bir mesele olduğunda yasaklayıcı davrananın tek bir merci olmayacağını tahmin ediyor olmalısınız. Yani rızası olmayan sadece baba veya anne değil, kuzeninizin sevgilisi bile hoş bakmıyor ilişkiye. Aynı Rönesans öncesi Avrupa’da ve bugün hala topraklarımızda her sanat dalının üzerinde olduğu gibi sinema üzerinde de dini, sosyal ve politik baskıların oluşması hiç uzun sürmüyor. Şimdilerde erotizmi bir pazarlama silahı olarak kullanan ve porno sektörünün merkezi ABD, erken 1900’lerde sinemada cinselliğe tepki gösteren ilk merkez olarak karşımıza çıkıyor.
Şöyle. 1927’de bütün seks görüntülerine ve açık imalarına, genital organ görüntülerine, ırklararası romantik ve cinsel ilişkilere sansür getiren; öpüşme sahnelerini 3 saniye ile kısıtlayan The Motion Picture Production Code yazıldı ve tüm Hollywood’a dayatıldı. Buradan başlayalım anlatmaya. Sansür yasasının en akılda kalıcı infazları arasında ilginç isimler vardı. Örneğin bu ve sonrasında gelen dönemlerde, Katolik Topluluğu’nun “evli olmayan çiftlerin mutlu gösterilmesinin toplum yapısına zarar vereceği” beyanıyla bazı eyaletlerde yasaklanan Tarzan and His Mate, 3 saniye kuralına tepki göstermek için iki dakikalık bir öpüşme sahnesine sahip Hitchcock filmi Notorious‘un ABD sinemalarında kesilmesi, Kubrick’in efsanevi Spartacus‘ündeki bir erkeğin başka bir erkeği keselediği sahnenin kesilmesi gibi sansürler oldu.
ABD’nin tavrını günümüzde erotik sinemanın özgür mutfağı olan Orta ve Batı Avrupa da takip etti. Bu bölgede birçok Doğu Avrupa ve Sovyet filmi Papa tarafından (Oha, mahallenin imamı bile ilişkiye burnunu sokuyor resmen!) din dışı ilan edildi. Ancak Dünya Savaşları döneminden çok etkilenen Avrupa sanatının 1960’lara kadar bunalımdan çıkamaması bu dar görüşlülüğü daha affedilebilir yapıyor. Bunalımı üzerinden atan Fransa, İngiltere ve İsveç sinemalarının 1960’lar başında erotizmi sinemalarına hızla yedirmesi de özürlerini tamamıyla kabul ettiriyor, kısa zaman sonra Vatikan’a rağmen İtalya’yı da saflarına katan Avrupa sineması laik ve sansürsüz sinemayı benimsiyor. Hatta apayrı bir yazıya konu olacak kadar uzun bir mesele olsa da İsveç’in bu konuda çok hevesli ve inatçı bir yol güttüğünü de belirtmek gerek, ABD ile davalık olmuşluğu var bu uğurda.
1920’lerden 1970’lere kadar süren sancılı süreçten sonra, yasak ilişkiyi onaylı kılmasa da meşru kılacak bir hadise yaşanıyor. Marlon Brando’yu bir sinema yarı-tanrısı haline getiren The Godfather’ın vizyona girdiği sene Brando’nun bir başka mihenk taşı filmi de vizyona giriyor: Last Tango in Paris. Bernardo Bertolucci’nin İtalya-Fransa menşeli filmi, beraber eve çıkan bir erkek ve bir kadının zamanla tutkulu aşıklara dönüşmesini konu alıyor.
Filmi bir mihenk taşı yapansa daha sonra sinema muhabbetlerinde kısaca “Tereyağı” olarak anılacak çok vurucu bir sahne: Bu sahnede Brando’nun canlandırdığı Paul, Maria Schneider canlandırdığı Jeanne’e tereyağını kayganlaştırıcı niyetine kullanarak tecavüz ediyor. 60’ların sonuna doğru seksi bir pazarlama taktiği olarak sinemada kullanmaya başlayan (Barbarella muhteşem bir örnek teşkil eder) ABD her nasılsa, göz önündeki bir oyuncunun böyle bir sahneyle çıkagelmesinden hazzetmiyor ve filmi ülke sınırlarında yasaklıyor. Bu radikal sansürün ardından Brando hayranları filmi izlemek için akın akın Fransa’ya gidiyor. Yaşananlar, seksten para kazanan ama aksi taktirde seksi sansürleyen Holywood sermayesinin iki yüzlü olduğu kanısını sinemaseverlere yerleştiriyor. Anlayacağınız Fransa’da gurbet hayatı yaşayan dayı, memleket ziyaretinde aşıklara destek çıkıyor.
Tereyağı hadisesinde seksin sadece pornografi olmadığı gözleminin yanı sıra kadınlara da seksin satabileceği gözlemleniyor. Bu gözlemin ardından Playboy dergisi kadınlara yönelik özel sayılar çıkarmaya başlıyor. Bu farkındalıktan güç alan feministler sinemada kadının edilgen kalmaması için kampanyalar yürütüyor. Fakat talep edilen eşitlik, ne kadar meme o kadar karın kası denklemiyle sağlandığından sinemada seks; tekrar pornografi düzlemine yerleşiyor. 90’lar sinemasında seks sertleşiyor, 2000’ler sinemasında renkleniyor, 2010’larda ise çeşitlendiğine tanık oluyoruz. Ama bütün on yıllarda -istisnalar kaideyi bozmazken- sinemada seks sadece seks için yapılıyor.
Tüm bu tartışmalar, yasaklar, özgürlükler içinde çok önemli olan bir nokta aynı bu yazıda olduğu gibi geri planda kalıyor: Sanatsal açıdan önemli olan iki kişi arasındaki ilişkinin boyutu yada biçimi değil bunun izleyiciye nasıl ve neden aktarıldığıdır. Bir bacağın ya da kol kasının ekranda görünebilme süresi tartışılırken, onların neden göründüğü sorgulanan şeyler arasından kayıp gidiyor. I Am Curious’ta keşfi, Spartacus’te yorgunluğu, Notorious’ta samimiyeti taşıyan bedenler zaman içinde subje olmaktan tamamen çıkıp birer obje oluyor. Hatta Avrupa sinemasında bile seks, sadece seksi anlatmak için kullanılır hale gelmiş durumda. Günümüz ana akım sinemasında seks tabu olmaktan hızla çıkıyorsa da aynı hızla sanat olmaktan çıkıp ticaret aracı oluyor. Sonuçta seksi yasak sanan bir neslin hemen ardından seksi mastürbasyonla karıştıran bir nesil yetişiyor.
Durum bu yani biraz.
Siz ne diyorsunuz?