Yıl 2001. Seksenlerin ikinci yarısı ve doksanların başında doğmuş olan oyuncuların “oyun kültürü” denen olaya yeni yeni ısındığı dönem. Bilgisayarlar evlere çoktan girmiş ama Pentium IV işlemcilere sahip olmak hala arkadaş ortamında hava atma nedeni olarak kullanılıyor. Hatırladınız değil mi o dönemleri?
Heh, işte o sene çok acayip şeyler oldu. Hiçbirimizin o zaman farkında olmadığı ama sonradan hakkında konuşurken önümüzü ilikleyeceğimiz oyunlar arka arkaya çıkmaya başladı. Her şeyden önce Grand Theft Auto üçüncü boyuta geçti o sene. İlk Max Payne çıktı. Playstation 2’ye ICO geldi. Sonra odanın karanlık köşesinden Silent Hill II gelip, hepimizi mahvetti. Adamın teki çıktı, Black and White diye bir oyun çıkardı; neye uğradığımızı şaşırdık. İlk Devil May Cry, Clive Barker’s Undying, Tony Hawk’s Pro Skater 3.
Bu kadar fazla iyi oyun gelince, kabul edin ya da etmeyin, hepimiz kafayı yedik. Biz kafayı bu oyunlarla yerken, Çek menşeili bir yapım şirketi ise ufak ofislerinde gizli kapaklı çalışıyordu. Takvimler 2002’yi gösterdiğinde, Mafia diye bir oyun çıktı piyasaya. Tam da Kurtlar Vadisi denen illetin yeni yeni yayıldığı dönemde hepimizi can evimizden vurdu.
Yaşı nedeniyle ilk Mafia’yı oynayamamış arkadaşlarım için ufak bir tanım yapmak istiyorum burada. Mafia, 1930’lu yılların hayali bir ABD şehrinde geçen bir oyun. Bir dönem taksici olan Tommy’nin, çeşitli olaylar sonucunda bir mafya ailesine katılmasını ve sonrasındaki hayatını anlatıyor.
Hazırsak, önünü almadan ve –dürüst olmak gerekirse- önünü almak istemeden övmeye başlıyorum. Yiğitcan, ver müziği!
1. HARİKA BÖLÜM TASARIMLARI
İsmi Mafia olan bir oyunun ilk iki üç bölümünde elinize silah dahi alamıyorsunuz. Neden? Çünkü daha amatörsünüz. İlk bölümlerde aile üyelerini bir noktadan diğerine götürüyorsunuz. Hikâye işleyişinde aile size ne zaman güvenmeye başlarsa, o zaman sorumluluk veriyor. Bu da oyunun en büyük gücüne, doğal bir hikâye anlatımına sahip olmasını sağlıyor.
Bölüm tasarımlarını bu kadar iyi kılan bir diğer özellik ise, günümüzde sanki tek bir formülden çıkan oyunları tekme tokat dövebilecek kadar güçlü olan çeşitlilik. Bir bölümde rakip ailenin arabalarını bombalarken, bir sonrakinde sevgilinizi sokak serserilerinden koruyorsunuz. Yetmiyor, on beş dakika sonra kendinizi büyük bir çatışmanın içinde buluyorsunuz. Tam yeter bu kadar derken, şehrin en büyük bankasını soymak için harekete geçiyorsunuz. Ve bu da oyuna İNANILMAZ bir dinamiklik katıyor.
2. RUHUNUZU SARAN MÜZİKLER
Belli bir döneme ait bir iş yapacaksanız, üç temel noktaya dikkat etmeniz gerekiyor. İlki, o dönem gibi gözükmesi. İkincisi, o dönem gibi konuşması. Üçüncüsü ise o dönem gibi şarkı söylemesi.
Mafia ilk ikisini zaten çok iyi bir şekilde başarıyor. Sesi tamamen kapatsanız bile, 1930’ların Amerikasını birinci saniyeden itibaren hissetmeye başlıyorsunuz. Sesi açtığınızda ise, The Mills Brothers’dan Lonnie Johnson’a, Django Reinhart’tan Louis Prima’ya kadar 1900’lü yılların ilk çeyreğinde doğmuş ve o sonrasında o dönemin müziklerini yapmış (Lonnie biraz daha geç doğan bir müzisyen ama ruhu 30’lara ait) insanların muhteşem eserlerini duymaya başlıyorsunuz.
Mafia’yı bir talihsizlik sonucunda sevemediyseniz bile, müziklerine aşık olmamanız mümkün değil.
3. DERİNLEMESİNE KARAKTER HİKÂYECİLİĞİ
Oyunun tam merkezinde yer alan Salieri Suç Ailesi’nin altındaki ve karşısındaki karakterler, bu zamana kadar oyun dünyasında anlatılmış en iyi hikâyelerden birkaçına sahip.
Don Salieri’nin hırsından siz de korkuyor; o konuşurken gaza geliyor, onunla birlikte intikam yeminleri ediyorsunuz. Sam’in hatalarına kızsanız da içten içe sevgi beslemeye devam ediyorsunuz. Oyundaki ikinci saatinizden sonra, Paulie bir anda en yakın arkadaşınız oluyor. Ralph size daha iyi arabaları nasıl çalacağınızı öğrettikçe, gidip sarılmak istiyorsunuz. Bir anda kendinizi, sanki Don Morello babanızı öldürmüş kadar nefret ederken buluyorsunuz. Frank… Frank’e hiçbir şey demiyorum.
Kısacası oyundaki her karakter, doldurma olarak değil; hikâyeye ve oyun deneyimine bir şeyler katmak için orada. Ve bu da 2002 yılı için çok büyük bir başarı.
Ve bu başarıdaki en büyük destek rolü seslendirme sanatçılarına ait. Ve bu sanatçıların dördü de, sonradan o çok sevdiğimiz The Sopranos’da yer alan sanatçılar. Aşırı iyi değil mi?
4. BOŞLUKSUZ, SORU İŞARETSİZ, USTACA BİR HİKÂYE ANLATIMI
Mafia, sadece 2002 yılı için değil; aradan on beş sene geçtikten sonra da oyun dünyasındaki en iyi hikâyelerden birine sahip. Sıradan bir taksicinin suç dünyasında adım adım yükselmesi, bunu yaparken para ve şöhret kazanması ama en nihayetinde aslında bunların esiri olması oyunda öyle güzel anlatılıyor ki, oyun bittiğinde ayağa kalkıp alkışlamak istiyorsunuz.
Peki burada oyunun izlediği yol ne? Şu, Tommy inanılmaz geçen mafya hayatının sonunda, yıllardır hizmet ettiği ailenin ona ihanet ettiğini öğrendikten ve o da ihanet ettikten bir sene sonra; FBI ajanı Norman’a başından geçenleri anlatıyor. Ve aslında, o anlatırken biz de bölüm bölüm geçmişe giderek bu hikâyeleri oynuyoruz. Şu anda biraz “meh” gelebilir size ama 2002 yılı için çok iyi bir yöntem bu.
Buraya kadar okuduysanız, Mafia’nın neden bu kadar iyi olduğuna dair söyleyeceğim son şeyi az çok tahmin edebilirsiniz.
Nice iyi filmin, dizinin ya da oyunun en büyük problemi; bizlere anlattığı hikâyeye iyi bir son yapamaması. Ya buna cesaret edemezler ya da buldukları çözüm aslında saatlerdir anlatmaya çalıştıkları şeye ihanet eder. İşte, Mafia’yı diğerlerinden ayıran en önemli özelliklerinden biri de, çıkıp cesaretli bir şekilde harika bir son hazırlaması. Son iki üç bölümde nefes dahi alamazsınız, attığınız her mermide kalbinin daha da hızlanır. Ve Tommy karısını ve kızını Avrupa’ya gönderip kendine yeni bir kimlik çıkarttığında ve mutlu bir hayat yaşamaya başladığında, siz de mutlu olursunuz.
Ta ki son videoya kadar. İşte son sahneyle yapımcılar çıkmış, sonradan ikinci oyunda da kullanılacak kadar –Yiğitcan’ın deyimiyle- MÜHÜR bir son yazmışlardır oyuna. Göz yaşlarınız sel olur, ekrana bakakalırsınız. Ve Tommy’nin o sözleri kafanızda yankılanmaya başlar:
“…Cause the guy who wants too much risks losing absolutely everything. Of course, the one who wants too little from life, might not get anything at all.”
–
Bu arada unutursam beni bulup vurursunuz, unutmadım. YAŞASIN FREE RIDE modu!