Merhaba sevgili geekler. Haziran ayı, sıcakların başlangıcı, şanslı kişiler için deniz ve kumsal demek. Aynı zamanda dünyanın her yerinde Haziran, “Pride” yani “Onur” demek. Gökkuşağı bayrakların dalgalandığı, sevginin ve özgürce yaşamanın kutlandığı renkli mi renkli bir aydır Haziran. Bu ayı geride bırakırken kalıcılığı incelediğim serinin üçüncü yazısını, Pride’a adıyorum. Sevgiden ve devrimden daha kalıcı ne olabilir ki?
Pride’ın Kısa Tarihi – 1969 Yılı Öncesi
Yazımın ilerisinde Amerika’dan çokça bahsedeceğim, zira LGBTQ haklarında en geriden gelse de Pride ayının başlangıcı Amerika’ya dayanır. Ayrıca yazıda kısa olması amacıyla LGBTQ+ topluluğu bireylerinden bahsederken ara ara “gay bireyler” diyebilirim, çoğu kaynakta bu şekilde geçiyor. LGBTQ+ topluluğunun gaylikten öte olduğunun farkındayım, bu topluluğun tüm harflerine kapımız ve kalbimiz açık.
Her önemli tarihi olay gibi, Pride hareketinin de acı dolu bir tarihi var. Yirminci yüzyılın büyük bir kısmında birçok ülkede homoseksüellik yasal bir suç sayılıyordu. Amerika ve İngiltere başta olmak üzere yasalar, vatandaşların yaşamlarının her alanını kontrol etme amaçlı tasarlanmıştı. Örneğin Amerika’da bireylerin karşı cinse ait üçten fazla kıyafet veya aksesuar taşıması hapis demekti, İngiltere’de homoseksüel ilişki idam cezasıyla sonuçlanabiliyordu. Bireylerin cinsel birlikteliğinin kuralları yine yasalarca belirleniyordu. Evli olan kadın ve erkeklerin belli bir şekilde birlikte olması yasakken gay bireylerin çektiklerini bir de siz düşünün. Özellikle erkekler arası ilişki çok daha ağır cezalarla sonuçlanıyordu, lezbiyenlik ise ciddiye bile alınmıyordu, böyle bir terim bile kullanılmıyordu. Kısacası eşcinsellik, bir sapkınlık ve kimyasal yolla tedavi edilmesi gerekilen bir zihinsel bozukluk olarak ele alınıyordu.
Homoseksüel birliktelik zaten yasal bir suçtu; homoseksüel bir ilişki yaşamak, gay bir kişinin iş bulması gibi kişilerin normal hayatlarını devam ettirmesi ise imkansızdı. En büyük darbe hep devletten geldi, gay bireylerin devlet memuru olması 1955 yılında resmen yasaklandı, bu da binlerce gay bireyin işini kaybetmesi demekti. Toplumdan dışlanma ve iş güvencesinin eksikliği gay bireyleri ekonomik sıkıntılara sürükledi, bunun sonucunda birçok kişi ev ve sağlık sigortası gibi zaruri ihtiyaçlardan mahrum kaldı.
Yirminci yüzyılın ilk yarısı, gay bireylerin korkarak da olsa seslerini duyurmaya çalıştığı yıllardı. Birinci Dünya Savaşı gazisi Henry Gerber, 1924 yılında ilk gay birliği olan “Society for Human Rights”ı kurdu ve bu topluluk gay haklarını savunan ilk bildiriyi yayınladı. Ne yazık ki gelen baskılar dolayısıyla kısa zamanda kapatılan topluluk, Gerber’in tutuklanmasının ardından birikimlerinin çoğunu kaybetti. 1950’lerde ise gay haklarını savunan aktivist grupların sayısı artmış, bu gruplar halkı bilinçlendirme amaçlı konuşmalar yapmaya başlamıştı. 1960’larda ise gay aktivistlerin derdini anlatma çabası protestolar ile devam etti. Siyahi Amerikalı’ların Civil Rights hareketinden güç alan gay ve lezbiyen birlikler ile drag queenler hep birlikte haklarını savunmaya, seslerini duyurmaya çalıştılar.
Geldik 1969 yılına… Yukarıda bahsettiğim gibi homoseksüel herhangi bir aktivite yasaktı ve toplumdan dışlanıyorlardı. Bu sebeple de gay barı olarak bilinen barlar ve kulüpler çoğunlukla polisler tarafından basılıyordu. 28 Haziran 1969 tarihinde, bundan tam elli yıl önce, New York’un Greenwich Village semtinde yer alan Stonewall Inn barı, polisler tarafından basıldığında barda yer alan herkes tutuklanmaya karşı çıktı. LGBTQ+ bireylerinin polise karşı direnişi tam dört gün sürdü. Sadece eğlenmek ve kendileri olmak isteyen, cinsel kimlikleri yüzünden dışlanan tüm bireyler özgürlüklerinin kısıtlanmasına isyan ettiler. İşte bu polis baskını ve bu isyan, modern LGBTQ+ hareketini alevlendirdi. 1969’u takip eden yıllarda her yıl 28 Haziran haftası Amerika’nın çeşitli eyaletlerinde Stonewall Inn eylemleri anıldı.
Kimliklerinden gurur duyan LGBTQ+ topluluğu, bunu her yerde duyurmaya hazırdı. 1970 yılında gay hakları savunma hareketleri, Pride adı altında toplandı. 1978 yılında ise Gilbert Baker ilk gökkuşağı bayrağını tasarladı. Her bir renk Pride hareketinin kişiliğini yansıtıyordu. Böylece Haziran, rengarenk bayraklarıyla Pride ayı haline geldi. Günümüzde ise kutlamalar sadece Amerika ile sınırlı kalmıyor. Stonewall Inn’de başlayan bu hareket birçok ülkede LGBTQ+ haklarının savunulmasına ilham kaynağı oldu. Birçok ülkede, öyle ya da böyle, Haziran ayı Pride’sız geçmiyor.
Müzik ve Pride
Yazımın temasından, yani kalıcılıktan uzaklaştığımı düşünmeyin, şimdi oraya geldim. Pride, LGBTQ+ topluluğu ve destekçilerinin, kendilerini en rahat ifade ettiği, sevme ve sevilme özgürlüklerini en çok dile getirdiği, özetle “ben varım ve beni olduğum gibi kabul etmelisiniz” dedikleri bir hareket. 1969 Stonewall Inn’den sonrasına baktığımızda LGBTQ+ topluluğu artık gizlenmeyi bırakmıştı. Ülkenin her yanında yapılan eylemlerin yanı sıra sanatın her dalında kendilerini daha çok gösteriyorlardı. Seslerini ise ana akım medyada en rahatça müzik ile duyuruyorlardı.
Pride, popüler kültürün büyük ve vazgeçilmez bir parçası, birçok şarkının da günümüze kadar ulaşmasının ve birçok müzik ikonunun var olmasının en büyük sebeplerinden bir tanesi. Elton’s Song ile Elton John, I Want to Break Free ile Queen, Freedom ile George Michael, I’m Coming Out ile Diana Ross derken LGBTQ+ topluluğunun sesi olan şarkılar listesi uzar da uzar. Üstünden onlarca yıl geçmesine rağmen bu şarkılar hala milyonlarca queer kişiye cinsel kimliklerini kabul etmeleri için gereken gücü vermeye devam ediyorlar. Madonna, Prince, Cher, Queen, David Bowie gibi müzisyenler, şarkıları ve klipleriyle kendilerini ifade edişi, kalıpların ve cinsiyetlerin ötesinde bir boyuttaydı.
Prince bir yandan feminenliği doyasıya yaşarken bir yandan da Kiss şarkısıyla kadınların aklının başından alırdı. Queen’in tek eşcinsel üyesi Freddie Mercury idi, buna rağmen sanılanın aksine I Want to Break Free klibinde drag giyinme fikri Roger Taylor’dan çıkmıştı. Dünyanın her bir köşesinde epeyce sevilen bu sanatçılar, LGBTQ+ topluluğunun kendini yansıtmasında ve ana akımda kabul görmesinde büyük etki taşıdılar. LGBTQ+ topluluğu da karşılığında bu sanatçıları bağrına bastı ve ikonlaşmalarına büyük katkıda bulundular. Birçok LGBTQ+ üyesi birey bu şarkılar, filmler ve sanatçılar sayesinde kimliklerini benimseme gücünü kendilerinde buldular.
Müziğin LGBT+ topluluğuna etkisi kadar LGBT+ topluluğunun da müzik üzerindeki etkisi tartışılmaz boyutta. 70’lerin en ünlü hitlerinden YMCA’in sözlerine benim gibi siz de hiç dikkat etmemiş olabilirsiniz. Şarkı şehre yeni taşınmış gay bir erkeğin YMCA’de kalabileceğini anlatıyor. Şarkı o kadar akılda kalıcı ki kırk seneyi aşkın tüm grup danslarının vazgeçilmezi oldu. Benim en sevdiğim örnek ise Madonna’dan Vogue. Gay barlarında çok yaygın olan bir dans çeşidi olan Vogue, modeller gibi poz vermek üzerine kurulu. Büyük bir özgüvenle yapılması gereken bu dans estetik açıdan oldukça ilgi çekici. Bundan çok etkilenen Madonna, Vogue şarkısını çıkararak yeraltı gay barlarından çıkan bu dansı ana akıma taşıdı. Bu sayede hem “gay kültürü” ana akımda kendine daha geniş bir yer buldu, hem de Madonna gay ikonları arasındaki yerine kavuştu.
Günümüzdeyse LGBTQ+ topluluğu seslerini daha rahat duyuruyorlar. Lady Gaga, Miley Cyrus, Taylor Swift gibi birçok pop yıldızı şarkılarıyla LGBTQ+ topluluğunu desteklerken Adam Lambert, Troye Sivan, Janelle Monae gibi queer isimler müzik camiasında giderek artıyorlar. Son on yılın en büyük çıkış yapan queer isimler arasında drag queenleri de sıkça görüyoruz. Geçenler yayınladığımız Drag Race yazısında tanıtığımız RuPaul’un yirmiden fazla albümü var. Ru’nun programının yanı sıra şarkıları da binlerce gay erkeğe ilham kaynağı olmaya devam ediyor.
Neticeye gelecek olursak sevgili geekler, söz Pride olunca müzik ve tarih birbirini beslemeye ve bu şekilde zamansız kalmaya devam ediyorlar. Stonewall Inn ile birlikte LGBTQ+ topluluğu sessiz kalmayı reddetti. Onlardan ilham alan müzisyenler ise yeni gelen nesillere ilham oluyor, onları kabuklarından çıkmaları için destekliyorlar. LGBTQ+ topluluğu üyeleri sırf kendilerini ifade etmek için yarattıkları sanatla bile hayatımızı renklendirmeye devam ediyorlar. Gerçi etmeseler de olur, yeter ki özgür ve eşit yaşayalım. Yazımı modern Türkiye’nin en kalıcı ismi, sanat güneşimiz Zeki Müren ile bitiriyorum: “Sanat anlamında dünyanın ünlülerini tetkik ettim. Yüzde 80’i, hatta daha fazlası gay. Demek ki iki ruhu da taşıyor. Ben buna hata demiyorum, ruh zenginliği diyorum…”
Herkesin Onur Haftası’nı yürekten kutluyorum!