2013, oyun dünyası için pek acayip bir yıldı. Biz Fareler Oyunda ekibi için de öyle. Mart 2013’te, bir süredir blog olarak devam eden yayınımızı e-dergiye everdik, ilk sayımızı çıkarttık. Oyun mekanlarına değinen ilk sayımızı, 2013’ün Ağustos ayında ikinci sayımız, “Direniş Oyunları” izledi. Sonra Ekim ayının sonunda Geekyapar’a dükkan açtık. Şimdiden açık açık söyleyelim, ben, Onur, Ahmet, Yigilante ve arka planda Mehmet ile Yiğitcan, sizinle sohbet etmeyi, oyun tartışmayı çok sevdik.
Dolu dolu da geçti 2013 maceramız. İlk dosya konumuz Oyunlarda Mitoloji oldu. Sonra Hunger Games’e ithafen Ölüm Oyunları dedik, en sonunda da Hobbit’i gördük ve Beklenmedik Yolculuklara selam çakalım istedik. Arada elimizden The Stanley Parable, The Shivah, Assassin’s Creed IV: Black Flag, The Novelist ve Broken Sword 5: The Serpent’s Curse geçti. Oyun dünyasının en iyi 6 BF veya CoD olmayan FPS‘sine, enstrümantel olmayan en iyi 6 oyun şarkısına, en iyi 6 alt-üçlemeye ve en sevdiğimiz 6 seslendirme sanatçısına göz attık. Bir haftadır da bizim için senenin en iyi oyunlarını anlatıyoruz. Sıra artık onları listelemeye geldi. Lafı fazla uzatmanın bir anlamı yok. İşte FauxPlay’e göre, 2013 senesinin en iyi 6 oyunu.
6. The Last of Us
J.H.:
Listeye son dakikada, biraz da aceleyle girdi ama bu Last of Us‘ın kalitesine işaret eden bir acele değildi. Last of Us, aslında hiç aceleye getirilecek bir oyun değildi. Hızı tam ayarındaydı, mevsimlere bölünmüş hikâye strüktürü çok güzel sürüklüyordu sizi. Ama bu oyunun merkezinde ne zombiler, ne de aksiyon vardı ya; biz aslında ona vurulduk. Bu oyun temelinde Joel ve Ellie‘nin oyunuydu. Walking Dead bir sene önce “zombi kıyametinin ortasında baba-kız ilişkisi yaşayan iki yabancı” konseptini başarıyla pratiğe dökmüştü, ama Last of Us hisseden yerlerimizi hedef alırken daha omuzdan yukarıya da çalıştı. Joel, oyunun sonunda belki de görüp görülebilecek en “survivor” kararı verdi. Bir noktada, “hayatta kalmak” mefhumu böyle bir şeydi işte. Sadece yemek ve silah için her şeyi yapmak değil, ufak bir mutluluk ihtimaline tutunmak ve onun için gözü karartmak. Ah bir de o son hastane bölümü gereksiz derecede zor olmasaydı…
5. FEZ
Ahmet:
“Eleştirmenliğin şanından oyunla ilgili olumsuz denilebilecek bir şeyler de söylemek istiyorum ancak gerçekten bulamıyorum. Bambaşka bir oyun anlayışı ve deneyimi sunan FEZ, kendi tarzına yakın sayabileceğimiz birkaç oyun dışında tamamen ayrı bir yerde duruyor. Beni cezbeden de bu oldu zaten. FEZ bizi Gomez’le birlikte alıştığımız evren algımızın dışına çıkartıyor ve etrafımızdaki uzayı tanımaya çalışmanın verdiği çocuksu keyfi tekrar yaşamamızı sağlıyor.”
4. BioShock Infinite
Yigilante:
“Siyaseten bana uzak bir konumda olması Bioshock Infinite’e saygı duymama engel değil. Çünkü ana akım oyun dünyasının çok daha ciddi bir problemi var ki o da yapımcıların maddi kaygılardan ötürü eserlerinde kendi duruşlarını ifade edememeleri. Ken Levine en azından yaptığı bu işlerle duruşunu yansıtmaya çalışıyor ve bu çabanın maddi olarak bir kayıp değil bilakis kazanım olabileceğini gösteriyor. Yapımcıların “ya oyunumuz satılmazsa” hissinden uyguladıkları otosansür, beğenmediğimiz düşüncelerle karşımıza çıkmalarından daha vahim bir durum, inanın. Onlar hayata bakışlarını bize sunduklarında eserleri ölçüp biçme işini biz yaparız, dert değil.”
3. Europa Universalis IV
Onur:
“Europa Universalis IV’ü, EU serisini gerçek bir strateji oyuncusu okulu, zalim bir öğretmen haline getirdiği için çok sevdim. Tabi ki Kocaman Strateji (Grand Strategy) dediğimiz türü kulağa geldiği haliyle temsil eden ULUS simülasyonu EU serisini bir bütün olarak bu alanın sahibi saymak lazım. Fakat EUIV, oyuncusunu zalimce, amansızca eğiten; denge politikaları, askeri stratejiler, iktisadi seçimler ve kara mizahla bezenmiş bir şans faktörü aracılığıyla oyuncunun ağzını burnunu kıran, bir yandan da kendini neredeyse ana akım bir strateji oyunu kadar akıcı oynatabilen bambaşka bir ürün olmuş”
2. The Stanley Parable
J.H.:
“Şu lafı bir kenara koyalım, 2013′ün Stanley Parable‘a ihtiyacı vardı. Stanley Parable‘a tüm oyun yıllarının ihtiyacı vardı. Yazıda oyun dünyasının “Yurttaş Kane” anını ne kadar merakla beklediğinden söz etmiştik. Bunun üzerine çok da yazıldı ve çizildi zaten. Ama bana sorarsanız oyun dünyasının Yurttaş Kane anı, 1998 senesinde levyeli bir bilim adamı sahneye çıkınca yaşandı. Bizim artık John Malkovich Olmak anına ihtiyacımız vardı. Bizi davet eden eli sorgulamaya, incelemeye ihtiyacımız vardı. Stanley Parable bu ihtiyacı karşıladı.”
1. Büyük Oyun
J.H.:
Yapımcısı muhtemelen MOSSAD, OTPOR, CIA, NSA ya da Rus Halk Dansları Topluluğu; dağıtımcısı Cemaat, HSYK hatta belki de yer yer karbonhidrat üreticileri de dahil kimse bu oyunun bu denli tutacağını tahmin etmiyordu. Senenin en çok konuşulan, en çok tartışılan oyunuydu “Büyük Oyun“. İsimlendirmesini pek başarılı bulmasak da etkisi konusunda hiç şüphemiz yoktu. 28 Mayıs’ta bir grup alkoliğin içip içip sızdıkları Gezi Parkı‘nın yerine tarihi bir eserin geri kazandırılmasını cahil cesaretiyle protesto etmesiyle başladı. Kuşkusuz ki bu alkolik gençler, emirlerini daha büyük yerlerden alıyorlardı.
Stanley Parable‘ı ikinci sıraya yerleştirmemize sebep olan oyun içinde oyun kurma özelliği kendini Büyük Oyun‘da da gösterdi. Oyunun yapımcıları öncesinde eserlerini bir tiyatro oyunu, Mi Minör ile prova etmişlerdi. Sonrasında 31 Mayıs’ta ne idüğü belirsiz örgütlerden sert müdahale yapıp, devlet büyüklerini kötü göstermek adına emir alan (ya da destan yazan, burası çok net değil) zabıtalar (ya da polisler, burası da çok net değil [belediye çalışanları da olabilir]) bu genç alkoliklerin çadırlarını yaktılar. Bir anda tüm ülke sokağa döküldü. Üç beş ağaç için bu tepki fazla değil miydi? Ama zaten ilk üç günü iyiydi protestoların. Sonra sokak Büyük Oyun’un asıl yaratıcılarına kaldı. Hain odaklar kahraman polisi provoke ettiler de ettiler. Amaçları buydu zaten. Düşünsenize, tam takım zırh giymiş, elinde kalkanıyla gelen polise taş atma cüretinde bulundular. E polis de vurdu biber gazını tabii. 45 derecelik açıyla değil, baya tam 90’a, insanların kaşlarının tam ortasına. İnsanlar öldü, ama önemli olan bu değildi. Borsa düştü, Euro yükseldi, Melih Gökçek’in fışkiyesinin başına ağza alınmayacak şeyler geldi. Önemli olan buydu. Biz hepimiz aynı gemideydik, bu provakatör ahlaksızlar ne yapıyorlardı?
Sonra Büyük Oyun forumlara yöneldi. Temiz parklarımızı kirletme adına orada forumlar düzenlenmesi emri, şüphe yok ki büyük yerlerden geliyordu. O forumlarda “Uçaksavar mermilerini ne yapıyoruz?“, “Akşam camide orgy’ye geliyor musunuz millet?” gibi şeyler tartışıldı. Sonra Büyük Oyun ODTÜ’ye dadandı, üstelik bir de cüretkar gibi, gerçekten oyun oynattırdılar insanlara. Bir grup taraftar futbol maçı yapma arsızlığını gösterdi kesilen ağaçların artık var olmayan gölgelerinde. Yorgan döşek 20 kişilik maçı, abartısız 150 polis, 1 akrep, 1 TOMA ve 1 helikopter izledi. Büyük Oyun‘a cevap, eşit derecede büyüktü.
E haliyle oyun da büyüdü. Ülkenin yükselen eğrisini bükmek isteyen karanlık odaklar, 17 Aralık‘ta düğmeye bastı. Zamanlama manidardı. Bütün ülke kızlı erkekli, erkekli erkekli, kızlı orangutanlı gibi konular konuşurken, birden insanların gözleri bulandı, yalanlar söylendi. Yok efendim neymiş, rüşvetler, yolsuzluklar, ahlaksızlıklar yapılıyormuş. Ne vardı yani, sonuçta halk sandıkta oyunu vermemiş miydi? Demokrasi böyle bir şey değil miydi? Halk oyunu verir, bir sonraki sandığa kadar iktidar odakları at koşturur, istediğini yapardı. Büyük Oyun bu demokrasi tanımını da yanlışmış gibi lanse etti. Kahraman polis de artık Büyük Oyun‘a yenik düşmüştü.
Düzenlenen bu oyun; katmanları, derinliği ve girift yapısıyla “Keşke oynayan biz olsak” dedirttirdi tüm sene, fakat maalesef değiliz. Oynanan da değiliz. Biz aslında bu oyunda yokuz. Bir Geek sitesinin içerisinde yer alan bir oyun kanalı olarak, zaten “Siyaset bizim neyimize?” konumundayız, halihazırda kurmakta olduğunuz “Ülkeyi kurtarmak size mi kaldı?” cümlelerini duyabiliyoruz. Haddimiz değil konuşmak. Çalan, çırpan, yolu yordamı bırakıp kendi bildiğini yapan devlet büyüklerinin haddi o. Gencecik bir adamın öldüğü yere, onu öldüren kurumu tebrik eden bir pankart asan adamlara bırakmalıyız siyaseti. “Bir gün lazım olur” diye etrafındaki insanların gizli gizli kaydını alan organizasyonlar kurtarmalı ülkeyi. Bizim görevimiz, gücü ele geçirme şansını yakaladığı anda bütün değerlerini kapıdan aşağıya bırakan adamların sözünü dinlemek olmalı.
Biz ancak, bir oyun kanalı olarak, bu muhteşem eseri, Büyük Oyun‘u senenin oyunu seçebiliriz. Daha ötesine ne gücümüz, ne de dürüst olmak gerekirse gönlümüz yetmez. Ayağa kalkın ve sizin ne oynayan, ne oynanan, ne de seyirci olarak oyuna davet edildiğiniz; ama yine de en sonunda sizin belinizi kıran oyunu alkışlayın. Sene içerisinde söylenmemiş bir kelime, birkaç cümle bulabilirseniz de aşağıya yazın. Bizim artık ikisinden de pek rezervimiz kalmadı.