Yazar: Oğuz Açıkalın

Peri hikâyeleri, masallar ve didaktik anlatımlar… Bütün bu yazıların ortak noktası, iyilerin tüm anlatının sonunda mutlu olmasıdır. Kötüler hak ettikleri cezayı çekmişlerdir ve yerine getirilmesi gereken bütün sözler tutulmuştur. Okuyucu ise kitabın kapağını kapattığında gönlündeki hafiflikle iyilerin daima kazanması gerektiğini düşünmektedir. Fakat okuyucunun çevresinden akıp giden hayat, kelimelerden oluşturulmuş bu evrenler kadar adaletli değildir.

Uzunca bir süre edebiyat literatüründe iyilerin kazanıp kötülerin kaybettiği anlatılar ön planda bulunmuştur. Çünkü edebiyat bir kaçış noktasıdır ve siyasi propagandalar ile okuyucu boğulmak istenmez. Ancak çok zaman geçmeden bunun doğru olmadığı anlaşılacaktır.

20. yüzyılın başlarından itibaren başlayan politik, siyasi, ekonomik ve sosyal değişimler ve bunlara ek olarak inanılmaz bir hızla yükselişe geçmiş olan teknolojik atılımlar dünya genelinde düşünce sistemlerinin tekrar düzenlenmesini gerekli kılmıştır. Yine bu yüzyılın ilk dönemlerinde başlayan birinci dünya savaşı ile bu dönemden önce yazılan eserlerdeki umut ve iyimserlik yerini korku ve endişeye bırakmıştır.

İkinci dünya savaşı ve sonrasındaki bilimsel gelişmeler sonucunda insanı ve toplumu ileri taşıması beklenen fikirlerin kişiyi değersizleştirdiği görüldüğünde en yüksek perdeden eleştiriler yine edebiyat dünyasından gelmiştir. Böylelikle bazen totaliter rejimlerin, bazen önüne geçilemeyen teknolojik gelişmelerin, bazen de insan iradesinin konu alındığı eserler kaleme alınmıştır. Bu noktada ortaya çıkarılan anlatıların genel olarak geleceğe yönelik uyarılar içerdiğini görmekteyiz.

Bu sebeple distopyalar, kurgu edebiyatının vazgeçilmez bir parçasını oluşturmaya başlamıştır. Yazılan her eser gibi söylemek ve anlatabilmek amacını taşır. Okuyucuya farklı pencereler sunmayı gaye edinir. Peki, okuyucu olarak neden distopik romanlara ihtiyaç duyarız?

Çünkü distopyalar gerçektir. Çevrenizi saran beton duvarların arasına sızmıştır. Beyaz bir sayfanın (hayır, ekranın) mükemmelliğini bozan ve hiçbir şey anlatmayan basit kelimelerine karışmıştır. O kadar gerçektir ki içinde yaşadığımızı bile anlayamayız. İşte tam bu noktada yazar tam olarak görevini yapmakta ve bizlere içinde yaşadığımız toplumu göstermektedir.

Bizler ise satırlar arasındaki gerçeğimizi görmekteyiz. Her cümlenin altında kendimizi görerek şaşırmaktayız. Yaşamımız koskoca bir distopyaya dönüşmüştür fakat bu o kadar içselleştirilerek yapılmıştır ki bizler bunun normal olduğunu düşünürüz. İçimize çektiğimiz havanın is kokmasını ve sokakta yatan insanların olmasını normal karşılarız. Yazar ise tüm bu olağan yanlışları kelimelerin hissizliğinde yüzümüze çarpar ve bizler, şanslıysak, satırların arasındaki bu eleştirileri görürüz. Başımızı kaldırıp gökyüzünde süzülen penceremizden dışarı bakarız. Ve böylelikle pahalı arabasında oturmakta olan kişinin, peçete satan kişiden daha eşit olduğunu görürüz.

Fakat yine de tekrar soralım: Distopyalara neden ihtiyaç duyarız?

Çünkü sadece olmuş olan gerçekliğimiz değil, olacak olan gerçekliğimiz de distopyadır. Platon’un veya Farabi’nin ütopyalarının raflarımızda, Huxley veya Orwell kadar sık yer almamasının sebebi insanın en temel noktasının es geçilmesinden dolayıdır.

Sanayi devrimi sonrasında hızla yayılan bireysellik, toplumsal ve kişi bazında fazlasıyla köklü değişikliklere sebep olmuştur. Kişinin kendini her şeyin önüne koyması, onu diğerlerini değersiz kılmaya itmiştir. Çünkü kişi önce kendisi için vardır ve sonra yine kendisi için. Fakat unutulan nokta şudur ki; birey olabilme özgürlüğü ancak toplum içinde mümkün olabilir. Artan bireysellik maddi değerlere daha fazla eğilime yol açmıştır. Böylelikle bozulmuş toplumların içindeki yazarlar şu gerçeği rahatça görmüştür: İnsan kötüdür.

İşte tam da bu sebepten ütopyalar asla gerçek olamaz. İnsanlar kötüdür ve kötü olmak da kolaydır. Tepeden aşağı yuvarlanan insanlık düşüşünün sonunda kafasını kaldırıp baktığında düştüğü tepeyi bile göremeyecektir. Kalın sis tabakasının arkasından, güneşin umut dolu ışığı insanlığın yüzünde bir daha yükselmeyecektir. Bizler de bunu görmek istemeyeceğiz. Dört ayağımızın üzerinde, yüzümüz hala düştüğümüz kuyunun derin karanlığına bakmakta.

Güneşin zayıf ışıkları bazen sırtımıza düştüğünde gölgemize hayret etmekten başımızın üzerindeki asıl yaratıcıyı göremiyoruz. Nefretimizin ve korkaklığımızın içinde kendimizle bitmek bilmeyen mücadelede kıvranıp duruyoruz.

Bizler de okumayı severiz, tıpkı dijital ekranlarda güldüğümüz gibi- Asıl gülünmesi gerekenin biz olduğunu bilmeden güldüğümüz kendimiz gibi. Böylece okuduğumuz romanın kahramanını ileri bir gelecekte başka birisi gibi hayal ederek okuruz. Huxley’nin genetik modifiyeli, kavanozlar içinde büyüyen bebeklerini rahatça okuruz çünkü bu gerçeklik sadece kelimelerdedir.

Fakat yine de gerçeği okumayı severiz. İçgüdülerimiz bize sayfaları çevirmemizi söyler. Kafamızın arkasında her daim susmayan sesler bizi anlamaya zorlar. Okuduklarımız yaşadığımız gerçekliğe yaklaştıkça bizler de bir şeyleri anlayabilmenin hazzını yaşarız. Ütopyaların hayalperest dünyasından ziyade, distopyaların mümkün olabilecek karanlık ve kötücül “kurgusunu” daha kolay benimseriz. Belki de bu yüzden “1984” bu kadar çok okunuyor, Zamyatin belki de bu yüzden ülkesinden kaçmak zorunda kalıyor. Distopyalara bu yüzden ihtiyacımız var, çünkü onlarsız yaşadığımız toplumu ve kendimizi anlayamayız. Rübik küpün bir yüzüne aynı renkleri biriktirmek zorunda olmadığımızı ancak onlar sayesinde görebiliriz.

Peki, distopyalara gerçekten neden ihtiyacımız var?

Çünkü onlar gücü her eline geçiren kişinin onu nasıl kendi çıkarları için kullanacağını gösterir. Hükmeden zümrenin iki artı ikiyi nasıl da beş olarak kabul ettirdiğini kanıtlar. Hükmedilenin gerçeğinin yalnızca ve kayıtsızca hükmedenlerin çıkarlarına göre çarpıtıldığını ve göz bağı ile yutturulduğunu anlatır. Onlar bize sayısız dişlinin, en tepedeki göbeği şişmiş operatörün üretilen her şeyi büyük bir iştahla nasıl tükettiğini gösterir.

Ya da tiranların demirden kırbacıyla kitleleri önünde nasıl diz çöktürdüğünü ve eğilmiş boyunlar üzerinde nasıl “yükseldiğini” anlatır. (Fakat bu tiran yükselmesine rağmen gözlerini sırtlardan oluşmuş bu yığından ayıramaz, kırbacını ise sıkı sıkıya koynuna bastırır.) Ağırlığının altında inleyenlere aldırmadan, onların da yaşayan, nefes alan, hayaller kuran ve düşleyen insanlar olduğunu umursamadan sadece sırtlarını gördüğü bu yığına layık gördüğü zulmü bize açıklar.

Kendi çıkarları dışında her türlü sesin nasıl bastırıldığını ortaya serer distopyalar. Yasaklar ve engellerle her türlü muhalif sesin nasıl yavaşça kendi saflarına çekildiğini, çekemediği seslerin ise susturulduğunu gösterir. Fakat bu öylesine bir incelikle yapılır ki, bazen küçük bir çiftlikte olur her şey bazen de camlarla çevrili gelecekte. Okuyucunun karşısında oynanan oyunu görmesini ister. Bıçaklar kutuya saplanırken sihirbazın çoktan kutudan çıktığını anlatır ki gösteri sonunda izleyici kendi aptallığını alkışlamasın. Görsün ve gözündeki bağı çıkarıp atsın, kendisine sunulanın, hak ettiğinin çok altında olduğunu anlasın ister.

Bazılarımızın diğerinden daha eşit olmaması gerektiğini savunur. Çünkü okuyucu daha bunun ne anlama geldiğini bile bilmemektedir. İyi bir öğretmen gibi sadece kelimelerin soğukluğunda bunu öğretmeye çalışır. Böylece en sonunda okuyucunun yaşadığı gerçekliğin, yazılan gerçeklikten çok farklı olmadığını gösterir. Çünkü gerçekten de yaşadığımız gerçeklik şimdiye kadar yazılmış en iyi distopyadır.

Yazılan hikâyelerin kahramanları gibi okuyucuları da bir sistemin parçasıdır. Tek bir dişlinin durması onu etkilemez, bozuk parça basitçe yenisi ile değiştirilir. Sistem ise o parçanın üzerinden o kadar yavaş ve ağırca geçer ki parçadan geriye sadece toz ve pas yığını kalır çünkü herkesin yanlış olduğu durumda doğru olmak tamamen yanlıştır.

Her şeye rağmen doğru olduğuna “inandığın” şeyi yapmak istiyorsan eğer, inançlarının seni yönetenlerin istekleri olduğunu gösterir distopyalar. Yönetenlerin ve yönetilenlerin olduğu bir dünyada özgür iradenin hiçbir zaman var olamayacağını söyler. Distopik eserler –belki de bilerek- sistemlerini sayfalardan böylece taşırırlar ve öyle ki okuyucu bile sadece okuduğu için çarkların dönmesini sağlar. Sistemin bizzat kendisidir. Sistemden asla kaçamaz.

Tüm bu söylenenlere rağmen, yazıyı bitirirken kafamın arkasındaki o sesi susturmam mümkün olmuyor:

“Sahiden…” diyor ses, “… distopyalara neden ihtiyacımız var?”

Author

Geekyapar okurları Yazı Çağrısı altında toplaşıyor, belirlenen konularda kalem coşturuyor. Sen de parçası olmak istiyorsan, duyuruları takip et!

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.