Ey American Gods inançlısı bireyler, n’aptınız? Diziye tam gaz devam ediyor muyuz? Heyecan durumları ne alemde? Sosyal medya hesaplarımdan bana ulaşan birkaçınız dolayısıyla gördüm ki birçok kişinin şu sıralar devam etme namına pek hevesi yok gibi. Hayırdır, hangi tanrı kazanamadı inancınızı? Ne ettiler size kuzum?
Şaka bir yana, gerçekten hakkınızı vermem gerek; ikinci sezon bomba gibi bir giriş yaptıysa bile ilerleyen birkaç bölüm, tempo olarak biraz geride kalmış vaziyette. Ancak size ilk sezonu hatırlatmak isterim geekler; zira o vakitler de ara sıra “meh” diyerek izlediğimiz birkaç bölüm oluyordu. Sadece sabırlı olmanızı tavsiye ediyorum. Çünkü dizinin buraya kadar işlediği meseleler, kitabın henüz çeyreği bile etmiyor tahminimce. Ha, tabii işlerin bu kadar ağırdan alınmasına tav değilseniz, orası sizin bileceğiniz iş. Ancak inşa edilen binanın sağlam olabilmesi için ağır ve emin hamleler yapılmalı, değil mi? O yüzden sadece sabredin…
Nerede Kalmıştık?
Kabul ediyorum, şu son birkaç bölümdür gidişatımız biraz yavaş, tempomuz düşük. Anlatacak ‘yeni’ şeyler bir hayli az; neredeyse yok hatta. İlk sezon incelemelerimizde her bölüm yeni bir tanrı ve inanış keşfederken çok eğlendiğimizin farkındayım. Zaten şu an yaşadığımız tat kaçıklığı da bundan kaynaklanıyor diye düşünüyorum.
Artık herkesi tanıyoruz, her tanrıya öyle ya da böyle aşinayız. Karakterler kendi arka planlarını oturttu, ilerlemeye başladı. Yapılan planların adımları atılıyor, sorular yavaş yavaş açıklığa kavuşuyor. Ancak tüm bunlar bir kaplumbağa hızında olduğu için, Easter’ın tavşanları misali hoplaya zıplaya koşturmaya alışık olan bizler, bu tempoya bir türlü uyum sağlayamıyor gibi hissediyoruz. Haliyle de çoğu izleyici için monoton bir süreç başlamış oluyor.
Aynısını ilk sezonda, özellikle de Laura özel bölümünde, çokça yaşamıştık hatırlarsanız. Su gibi akarken önümüze çıkan ufak kayalar canımızı sıkıyordu haliyle. Ama şimdi akıyor olduğumuz dere yatağı, daha büyük bir kaynağa bağlanıyor; bize de o ortamı tamamen doldurabilmek için birazcık beklemek düşüyor.
Bunca metaforu koca bir “sabredin” lafı için yapıyor oluşuma aldırmayın. Aslında dizinin kendisi, kabaca yavaşladı gibi gözükse de, tıpkı bu metaforlarım gibi derin anlamlar taşıyor ve daha ilerisi için ağlarını örmeye devam ediyor. Gerçekten, sabredin.
Bu yüzden bana “İzlemeye devam edelim mi?” sorularınızı yöneltmekten vazgeçin, çünkü cevabım hala aynı: Devam edin, beşinci günün şafağında düzeleceğine inancım tam.
Para, Para, Para
Dördüncü bölüme genel olarak hakim olan atmosfer “para” idi. Koskoca bir saatlik sürecin özetine baktığımızda hem Wednesday’in, hem de Mr. World’ün peşinde olduğu bir şey göze batıyordu: Para. Baş harfi büyük Para, yani Money, Eski ve Yeni Tanrılar’ın savaşında büyük bir öneme sahip olacak, bu noktada onu anlıyoruz. Hatta muhtemelen, geriye kalan tüm tanrılardan çok daha büyük bir etki alanı bile olabilir bu Money’nin. Çünkü, hak vereceksiniz ki, geleneksel tanrılara inanmayan insanların bile gözünü kör edecek derecede büyük bir gücü var bu para denilen şeyin.
Para dediğimiz şey, insanlık olarak anlamsızca bağlı olduğumuz maden ya da kağıt parçalarından ibaret, kabaca bakacak olursak. Tıpkı Bay Wednesday’in anlattığı gibi “Bir tuzluğa karşılık bir kağıt parçası alıyorsunuz.” mantığı, aslında tüm işi özetlemeye yetiyor da artıyor. Fiziksel anlamda hiçbir açlığımızı veya ihtiyacımızı gidermeyecek takas birimi olarak para, insanlık tarihi boyunca çokça tapılan bir şey haline gelmiş. Zaten temamız da bu: Her kültürde mutlaka yer edinen “para”, insanlık tarihinin en eskilerden beri tapınma derecesinde önem verdiği bir olgu.
E Pluribus Unum
Madem o kadar “Para” dedik, kendisinin ne kadar önemli olduğunu vurguladık; gelin bir de bu bölümdeki en önemli söze bakalım: E pluribus unum. Türkçe’ye çevrildiğinde “çokluktan birliğe” veya “çokluğun oluşturduğu teklik” gibi anlamlara gelmektedir. Biraz temsili bir karşılık isterseniz de, size Cem Yılmaz’ın meşhur “little little, into the middle” esprisini yaparak sözün anlamını biraz daha netleştirmek isterim. Hala netleşmeyen noktalar varsa sabredin, açıklıyoruz.
Bu söz, birden fazla olgunun/kişinin/nesnenin bir araya gelerek oluşturduğu tek bir bütünlüğü anlatmaktadır. Farklılıklarına rağmen ortak bir kümenin altında toplaşan her şeye bunu örnek verebiliriz. Mesela Amerika Birleşik Devletleri, bunun en basit örneklerinden biri olsa gerek. Birden fazla farklı etnik grubun bir araya gelerek oluşturduğu bir devlet kendisi, değil mi? En azından kabaca böyle söyleyebiliriz. Veya çok uzağa gitmeye gerek yok, Türkiye Cumhuriyeti de buna gayet yerinde bir örnek olacaktır. Zira Laz, Çerkez, Gürcü, Kürt, Rum, Ermeni ve daha birçok etnik kökenin altında toplandığı çatıya biz bugün Türkiye diyoruz. Anlayacağınız üzere, her iki örnekte de bu koca oluşumlar, minik minik parçalardan meydana gelen bir bütün.
E pluribus unum, ABD’yi oluşturan on üç koloninin bir araya gelişini yansıtmaktadır. Zaten bu sebeple de bu söz, Amerikalıların ilk resmi sloganlarından biri olarak tarihte yer almakta. Tüm farklılıklarına rağmen yek vücut olmanın önemini vurguluyor. Bir bakıma Amerikan milliyetçiliğinin temeli de diyebiliriz bu söze.
E peki neden bizi ilgilendiriyor bu söz? Şöyle anlatayım: Bu slogan, bazı Amerikan madeni paralarının üzerinde yazılı. Ne kadar eskiye dayandığına ve göçmenler tarafından oluşturulan koca bir medeniyete işaret ettiğine zaten değindik. Özellikle Eski ve Yeni Tanrılar’ın çatışması için hazırlanmış bir savaş alanı olan Amerika’da böyle bir söz ile karşımıza Money karakterinin çıkması da boşa değil. Çünkü “PARA”, bildiğiniz tüm inançları unutturabilecek kadar güçlü. Çünkü Amerika, kapitalizmin merkezi. Çünkü bu ülke, tüm farklılıklarına rağmen tek bir noktada buluşmuş insanlar topluluğu. Çünkü para, en eski tanrılardan bile güçlü.
Ee, Daha Daha?
Üçüncü bölüm sonrası Twitter’da “Kendime yazacak hiçbir şey bırakmamışım, aferin bana.” diye sitem etmiştim kendimce. Hatta bazı takipçilerimiz de o bölüm incelemesini boş geçmeyeyim diye tatlı tatlı beyin fırtınası fikirleri attılar mesaj kutuma, sağ olsunlar. Ancak gel gelelim, konuşa konuşa dilde tüy bitince gerçekten de bitiyor. Yok yani, sürekli aynı şeyleri tekrar etmek de anlamsız bir yerden sonra, değil mi? O yüzden şu iki bölümdür keyfim biraz düşük, yalan yok. Bariz olan şeyleri de sırf inceleme adı altında size allaya pullaya yazıp birbirimizi kandırmak niyetinde olmadığım için… Anlarsınız işte.
Genel olarak bu sezon itibari ile Anansi’ye verilen fazla sahnelerden ötürü daha bir mutlu olduğumu belirteyim. Özellikle üç ve dördüncü bölümde keyfimi yerine getiren diyalogların çoğu kendisine aitti. Aktörü de öyle bir bomba adam ki, her repliğinde oyunculuk kalitesi fışkırtıyor gözeneklerinden, maşallah. Mad Sweeney’nin yanında Anansi’ye olan takıntımı da buradan duyurduğuma göre, devam edeyim.
Yeni Medya üzerine birkaç kelam edeyim diyorum, ne dersiniz? Zira birkaç takipçimiz bu konuda fikrimi sormuş ve bir dönüt almayı beklemişti bir süredir. Şahsen şu an için nötr bakıyorum bu Asyalı hanım ablamızın karakterine. Önceki sezondan Gillian Anderson’ın performansı üzerine hiçbir oyuncunun çıkamayacağı konusunda zaten hemfikiriz diye düşündüğüm için, yeni aktrisimizin oyunculuğunu tartışmayacağım burada. Ancak şöyle bir durum var ki, “YENİ Medya”nın ciddi anlamda Asya kökenli birileri tarafından canlandırılması konusunda ben çok umutluyum. Neden mi? Hemen anlatıyorum.
American Gods‘ın kitabı ile dizisi arasında birçok farklılık var bildiğiniz üzere. Bunlardan ilki Techno Boy. Kendisi kitapta, Neil Gaiman’ın yazdığı yıllardaki teknoloji bağımlısı bir genç stereotipine uygun olduğundan ötürü şişman, gözlüklü ve sivilceli bir ergen gibi tasvir edilmekteydi. Ancak yaşadığımız 2010’lar sonrası, bu genç kavramı bir hayli değiştiği için, karakterin diziye uyarlanışı da aynı şekilde değişti. Tekno müzikle sahneye dalan, VR teknolojisinin ağası gibi dolaşan, piksel piksel küfür savuran Techno Boy; kitaptaki tasvirine rağmen, uyarlandığı dizi ve yıl bakımından oldukça başarılı benim gözümde.
Şimdi gelin bir de Medya’ya bu gözden bakalım. Medya, yani Gillian Anderson’ın canlandırdığı Medya, Marilyn Monroe ve David Bowie’li dönemleri kapsayan, çok geniş bir yelpazesi olan tanrıydı. Ciddi anlamda 20. yüzyıl medyasının somutlaşmış hali olarak dolaşıyordu ortalıkta. Ancak dizi kadrosunda yaşanan uyuşmazlık ve değişiklikler, Medya’nın “Yeni Medya” olarak değiştirilmesine sebep oldu ve bu sayede kitaptan bağımsızlaşan bir karaktere daha kavuşmuş olduk bir bakıma. Çünkü, hak vereceğinizi düşünerek söylüyorum, ‘yenilenen Medya’ya daha genç ve dinamik bir görünüm kazandırmak da, en az Techno Boy’a yapılan uyarlama gibi içinde bulunduğu yıla uygun olmalıydı. Şimdinin medyasına hakim olan beğeniler ve gülücükler, farklı bir portrelemeyi getiremezdi zira. Üstelik son yıllarda Asyalıların müzik ve sosyal medya endüstrisinde bomba gibi patlamalarıyla da gelişen bu stereotip, Yeni Medya’nın bir çekik abla tarafından canlandırılmasını hiç de hiç garip kılmıyor.
Bilmiyorum, aradığınız cevabı tam olarak verebildim mi… Ama sanıyorum ki bunca “güzel uyarlanmış” lafımın ardından gelecek olan “karaktere gıcık kaptım, concon gibi” yorumumla da neden nötr olduğumu anlayacaksınızdır diye tahmin ediyorum.
Eee, sizden daha daha n’aber American Gods geekleri?