Beşinci bölüm itibariyle koskoca American Gods ikinci sezonunun da neredeyse sonuna yaklaşıyoruz pek sevgili geekler, farkında mısınız? Tıpkı ilk sezonu gibi sekiz bölümle bu sezonu da kapatacak olan American Gods, daha anlatacak çok şeyi olduğunu şimdiden bizlere hissettiriyor aslında. Neresinden baksanız kitaptaki olayların çeyreğini bile görmedik ama her şey ağır olduğu kadar emin adımlarla ilerlenen bir yol misali geçip gidiyor. Bize de bu noktada daha fazlası için hayır duasına falan çıkmak düşüyor galiba. Gerçekten hayırlısı.
Gidişattan memnun olursunuz ya da olmazsınız, o sizin bileceğiniz iş. Ancak bir izleyici olarak yavaş ilerleyen sekansların aslında büyük çerçeveden bakıldığında ne kadar mühim olduğunu unutmayın lütfen. Çünkü yalap şalap bir tembellikle ve hızla geçilen sahneler ya da anlatılmayarak cevapsız kalan soru işaretleri falan yok. İlmek ilmek işleniyor bölümler. Evet, dizi belli bir yerden sonra monotonlaşıyor ama bu asla sıkıcı hale geldiğini göstermez, değil mi?
Yeni Açılış Sekanslarımız Shadow’un Rüyaları
İlk sezonda, neredeyse her bölümün başlangıcında mutlaka bir soğuk açılış sahnesi olurdu hatırlarsanız. Bunlar, belli başlı inançların Amerika’ya nasıl geldiğini anlatan ve bize bütün hikaye boyunca iyi bir arka plan olarak destek olacak türden sekanslardı. Bölümden bağımsız olsun ya da olmasın, mutlaka merak edip mitolojik anlamda araştırmak isteyeceğimiz onlarca şey sunan bu soğuk açılış sahnelerinden bir hayli memnunduk. Şimdi ise ikinci sezonda bu kısmın yokluğunu dolduracak yeni bir materyalimiz var: Shadow’un rüyaları.
Kitap nezdinde Shadow’un atlıkarınca anları ya da rüyaları bir hayli önemli aslında. Sadece kendi kimliğine yönelik değil, aynı zamanda tüm hikayenin gidişatı için de mühim görüler bu rüyalar. Çünkü, bu bölüm başında da izlediğiniz üzere, soğuk açılış sahnelerimiz gibi bir şeyleri öğrenmemiz ve keşfetmemizi sağlıyor rüyalar. Shadow’un git-gel yaşayan ruh hali ve mental durumunu rahat anlayabilmemiz için ise yegane şeyler diyebiliriz.
Shadow’un bu bölümdeki rüyası, bu sefer siyahi ırkın çektiği acılar üzerine kurulu bir geçmiş hikayesiydi. Bir önceki bölümde Anansi’nin fena başarılı monoloğu ile ırkçılık meselesine çat diye giriş yapan dizimiz, bu bölümde neredeyse tamamen bu konuya odaklanmış gibiydi. Zira koskoca bir saatin temelinde, yanan kafasıyla her noktada gördüğümüz William James ve “memento mori” sözü yer alıyordu.
William “Froggie” James‘in hayatı, bölümde anlatılan hikayeyle birebir aynı aslında. Gerçekten de 1909 yılında Illinois sınırları içerisinde beyaz bir kadının cinayeti ile suçlanması üzerine ölmekten de beter edilen bir Will James vardı yani. Defalarca dövüldü, darağacında sallandırıldı, vücuduna onlarca kurşun sıkıldı; yetmedi ölüsü bir at arabasının arkasında sürüklendi ve nihayetinde on bin kişinin görsün diye kafası bir kazığa geçirilerek ateşe verildi. Bunların her biri, gerçekten de tarihte yaşandı. Irkçılığın ve siyahilerin inanılmaz acı çektiği yıllarda tüm bunlar gerçekti.
Böylesine vahşet dolu sekanslara maruz kalmamız ise, Shadow’un ilerleyen vakitlerde kendine, geçmişine ve kültürüne olan inancını kavraması adına yapılmasından kaynaklanıyor aslında. Ghost Rider-vari alev alev yanan kafasıyla “memento mori” lafını sürekli tekrarlayan Will James’in hikayesindeki “ölmeden önce kendi türünden insanlara bakıyordu, neden bir şeyler yapmadıklarını sorgularcasına” kısmı da bu sayede anlam kazanıyor bir bakıma. Shadow da bizzat aynı ırktan biri olarak, yaklaşmakta olan bu büyük savaşta kendi geçmişinin ve ırkının intikamını (?) almak için bir şeylerin farkına varmak zorunda.
Memento mori sözü ise “ölümlü olduğunu unutma” anlamıyla, bu noktada büyük bir felsefenin kapılarını aralıyor. Will James bu lafla diyor ki: “Ölümlüsün. Her an ölebilirsin. Zamanın değerini bil ve onu iyi değerlendir. Ne yapacaksan şimdi yap. Ne kadar mühim biri olursan ol, eninde sonunda ölümü tadacaksın.” Tabii bu Latince sözün felsefesini irdelediğimizde çok daha fazla şey anlatmamız gerekecek muhtemelen ama kısaca ne demek istediğimi anladınız, değil mi? Yani bir bakıma bu yapılanların kimsenin yanına kâr kalmayacağını söylediği kadar, tüm yaşananlar için bir an önce harekete geçmek gerektiği mesajını verdiğini de anlayabiliriz buradan. Böyle düşünmemiz için bizi yönlendiren birçok şey var zira. Anansi’nin “Bay Ibis, nedense hep benim kullarımın cesetleriyle haşır neşirsiniz. Ne bu ölü ayrımcılığı? Benim kullarım ölmeyecek ulen!” naralarından da bolca anlayabileceğiniz üzere ağır bir ırkçılık temasından ket vuruluyor son birkaç bölümdür.
Ölüleriniz Diriltilir, Aklınız Başınızdan Alınır
Ta ikinci bölüm incelemesinde, sırf ismi geçti diye tanıttığım Baron Samedi’yi nihayet dolu dolu görebildik bu bölüm. Kendisinin Vodoo kültüründe önemli biri olduğunu ve ölüler dünyası ile bu dünya arasında mühim bir köprü görevi gördüğünü o yazıda zaten anlatmıştım. Bunların hepsini tekrar ederek sizleri sıkmak niyetinde değilim. Ancak Baron Samedi’nin mekanında geçen sahnelerdeki diğer bilgilere değinmek ve biraz da bunlardan bahsetmek istiyorum izninizle.
Mad Sweeney ve Laura, mekana girdikleri ilk andan itibaren Baron Samedi dışında sürekli olarak gördüğümüz biri var: Brigitte. Bu hanım ablamız, anlaşılacağı üzere Baron Samedi’nin karısı. Kendisi fazlasıyla dişli ve korkulması gereken biri aslında, öyle çelimsiz durduğuna falan bakmayın. Zira Mad Sweeney’e “Ghede Loa’nın, Odin’in o salak savaşında işi yok annem, başka kapıya hadi” demesiyle, zaten koskoca bir aşiret olduklarını ve etliye sütlüye karışmadan kendi keyiflerine bakmak istediklerini söylediğinde bunu anlayabiliyoruz.
Evet, aşiret dedim ve hayır, yanlış bir sözcük kullanımı değil bu kesinlikle. Çünkü Ghede Loa denilen şey, Baron Samedi’nin de içinde bulunduğu bir aile aslında. Tıpkı Baron gibi ölüm ve yaşam gibi zıt uçları bünyesinde toplayan bu aile, Haitili vodoo ruhlarına verilen bir isim. Tam olarak tanrısal birer varlık değiller, bu sebeple de “tapınma” gibi bir eylem gerçekleştirilmiyor bu aile için; yalnızca “hizmet ediliyor” kendilerine.
Bu Loa ailesinde bir sürü farklı “millet/ulus/kabile” bulunuyor ve Ghede Loa olarak Brigitte ile Baron’un ait olduğu parça da ölümden sorumlu. Ghede Loa genel olarak kaba, arsız ve cinselliğe düşkün bir aile olarak anlatılır. Zaten her şeyi yaşadıkları için korkacak bir şeyleri yoktur ve diledikleri gibi davranmalarıyla bilinirler. Bu ailenin geleneksel renkleri de mor ve siyahtır -tıpkı Baron Samedi’nin temsili renkleri gibi.
Ghede Loa aile üyeleri ise sırasıyla şöyle efendim:
- Papa Ghede: İki dünya arasında köprü görevi görür. Ölen ilk insanın cesedidir. Baron Samedi’nin iyi versiyonu olarak düşünülür. Zamanı gelmeden hiçbir canı almadığına ve küçük olanları koruduğuna inanılır. Diğerlerinin aklını okuma, yaşayanların ve ölülerin dünyasında neler olduğunu bilme gibi birçok kabiliyeti de vardır.
- Brave Ghede: Mezarlığın koruyucusudur. Ölüleri içeride, canlıları da dışarıda tutar.
- Ghede Bábáco: Yaşam ve ölüm dünyası arasındaki köprülerden biridir. Papa Ghede’nin kardeşidir ve görevleri de hemen hemen benzemektedir. Ancak Papa Ghede gibi güçleri yoktur.
- Ghede Nibo: Canlıların ve ölülerin dünyası arasındaki arabulucudur. Şiddet yüzünden ölen ilk insandır, bu sebeple de şiddet, talihsizlik ve kaza gibi kavramların başıdır. Nereye gömüldüğü bilinmeyen ruhların koruyucusudur. Sahip olduğu “cheval” ismindeki atları, bu kayıp ruhların sesi olurlar.
- Baron Kriminel: İlk defa bir başkasını öldüren insandır. Öldürdüğü ilk insanın da Nibo olduğu tahmin edilir. İlk cinayet işleyen kişi olarak da katillerin temsilcisidir. Atlarının doyuma ulaşmayan bir açlıkları vardır ve eğer yeteri kadar kısa sürede onları beslemezseniz, sizi ya da yakınınızdaki her şeyi yiyebilirler.
- Maman Brigitte: Baron Samedi’nin karısı ve danışmanıdır. Mezarlıkların ve kavşakların koruyucusudur. Sembolü siyah bir horozdur. Nibo’nun üvey annesidir ve en az diğer aile üyeleri kadar bozuk kişiliği vardır. Amerika ve Haiti kültürlerinden Hıristiyan azizlerine Kildare’li Brigid ve Magdala’lı Meryem olarak uyarlanır.
Son Not
Bu bölüm için detaylıca konuşmak istediğim daha çok şey var aslında. Ancak gördüğünüz üzere bir adet Shadow rüyaları ve bir adet de Baron Samedi’nin aşireti konuştuktan sonra bin kelimeyi hayli hayli aşmışız. Önceki bölüm incelemelerinden edindiğim deneyimle de artık vakti gelmedikçe bir şeyleri erkenden açıklamaya girişmemeyi öğrendiğim için şimdilik burada bırakıyorum. Yoksa Odin’in Ygdrasil’in üzerine işemesi; Ifrit ve Salim’in tripli aşk macerasında “Bana da tapınsana arada, iyi olur ha” diye yaramaz çocuklar gibi koşturması; mızrağını yetenekli işçi Cüce Alviss’e götürmesi veya Hildisvini, Mjolnir ve Draupnir gibi birçok İskandinav mitolojisine ait objenin bahsini açması gibi daha çok detay konuşabilirim burada. Ama özellikle de yaklaşmakta olan kanlı ve vahşi savaşa rağmen yaramazlık yapmak için gözleri fır dönen bir çocuk gibi ortalıkta dolaşması ve bizler için birer “comic relief” sağlayıcısı olmasını konuşmak istiyorum. Zira Anansi sayesinde neşemiz yerine geliyordu, kendisi ciddileşince iş Bay Wednesday’e kaldı gibi. Eh Mad Sweeney de tüm şanssızlıklarına rağmen pek dertli şu sıralar, Laura ile eğlenceli atışmalarına da girişemiyoruz pek, salmak lazım onu. Durumlar böyle anlayacağınız.
Ama tek bir sorum var: Czernebog nerede? CZERNEBOG’U VERİN BİZE.