American Gods‘ın ikinci sezonunu da bitirip yine uzun süreli bekleyiş sürecine girmemize son iki hafta kaldı şaka maka. Altıncı bölümle beraber hala somut bir şekilde başlamamış olan savaşın yükselen ayak sesleri için en azından on altı bölümdür sabrediyor olacağız vakti geldiğinde. Gerçi hala kitaptaki içeriğe göre anlatılacak o kadar çok şey var ki, en az üç sezon daha savaşa hazırlık zamanını çekebilirler diye düşünüyorum.
Ama biz sabretmek istemiyoruz. Sabırsızız. Kan ve vahşet istiyoruz; Wednesday’in savaş arenasında döktürmesini, Shadow’un kesinliğe kavuşmayan hikayesini net olarak öğrenmek istiyoruz. Daha fazla Anansi öyküsü, daha çok Mad Sweeney sahnesi arzuluyoruz.
American Gods’ın uzun süredir inşa etmekte olduğu binanın tamamlanışı izlemek istiyoruz.
Ah Odin Vah Odin
Ebeveyn olmak zor, bir tanrı olsanız bile. Aklına göre hareket edip asla geleceğini düşünmeyen çocuğunuzun arkasından koşturmak, manipülatif yöntemlerle olsa da onun hayatını kontrol altına almak bir tanrı için bile alışıldık bir şey olmasa gerek. Zira Bay Wednesday’in Shadow’a benzettiği biricik oğlu Donar, yani Thor, öyküsüyle bize bu durumu çok rahat anlatmayı başardı bölüm içerisinde.
1940’lar döneminde Amerika’da bir eğlence mekanı işletmecisi şeklinde karşımıza çıkan Wednesday, bütün bir saat boyunca hikayeyi domine eden karakterimizdi. Onca bölümdür başka tanrıların veya inanış türlerinin arka plan hikayelerini dinlemiş olsak da şu vakte kadar Odin’in geçmişine dair çok fazla materyal sunulmamıştı bizlere. Gerçi buna ne kadar “Odin’in hikayesi” diye hitap edersiniz bilemem, çünkü kredinin yarısı da oğlu Thor’a verilmeli, değil mi?
İnsanların inanış sistemleri veya tapındıkları figürler tüm tarih boyunca değiştiği için, modern 1940’lar döneminde bile bir tane dahi tapınanı kalmayan isimler haline gelmiş her bir tanrı. Öğreniyoruz ki Thor, dizideki hitap şekliyle Donar, en az diğer Eski Tanrılar kadar az duacı kula sahip biri. İskandinav tanrılarının ayağa düşüp eğlence mekanlarında insanları eğlendirerek hayatlarına devam ediyor olmaları, bir açıdan düşününce, gerçekten de küçük düşürücü bir şey olsa gerek. Ama yine de döneme adapte olup güçlerini dualardan almak yerine alkışlar ve hayranlardan karşılamayı tercih etmişler.
Peki, kapıda olan bir savaş varken bizler neden kalkıp da ta 1940’lardaki Thor’un ölüm hikayesini öğrendik bu bölümde? Neden Odin’in yaşadıklarını sahne sahne deneyimledik? Söyleyeyim: Çünkü Bay Wednesday’le empati kurmamız için döşenen bir yoldu bu. Hatta ve hatta Shadow’la olan dinamiklerini güçlendirmek adına ortaya atılan bir Freudyen fikirdi. Neresinden bakarsanız bakın, bizim odun Shadow’u, Wednesday’e daha sadık kılabilmek için şu “baba-oğul” meselesine girmeleri gerçekten de bir yerden sonra şarttı.
Evet, Shadow’a “Bana oğlumu anımsatıyorsun.” diye lafa giren Wednesday’in ne kadar manipülatif olduğunu ve işi düştüğünde çok da iyi bir şekilde herkesi kontrolü altına alacak yöntemlere hakim olduğunu zaten biliyoruz. Ama itiraf etmem gerekir ki acısını derinden ve samimi bir şekilde yaşadığından ötürü, ufak da olsa, Wednesday’e karşı iyi diye adlandırılabilecek bazı duygular beslemedim de değil. Çünkü ne olursa olsun, isterse koskoca bir savaşın başındaki isim ve manipülasyonlar ustası yaramaz bir dede olsun, yine de ebeveynlik evrensel bir şey ve asla geri gelmeyecek oğlunun intihar etmesi sebebiyle kendine yeni bir oğul figürü arıyor olması da oldukça anlaşılır bir mefhum.
Vaziyet Alın, Kahır Günü Yaklaşıyor
Bay Wednesday’in Shadow ile kocaman bir alışveriş merkezine girerken söylediği bazı Latince sözleri hatırlıyor musunuz?
“Dies irm, dies illa, Solvet saeclum in favilla, Teste David cum Sibylla.”
Bu sözler, Thomas Celano tarafından 13. yüzyıl gibi bir dönemde yazıldığı tahmin edilen bir ilahinin girişine ait. İlahinin içeriği ise ‘kıyamet’, yani terimsel anlamda ‘eskatolojik’ bir eser. Mozart, Stravinski veya Verdi gibi birçok bestekar, bu ilahiyi kendi işlerinde de kullanmışlar üstelik, öylesine etkili ve derin bir şey kendisi anlayacağınız üzere. Dilimize çevrildiğinde ise “Tıpkı Davud ve Sibel’in dediği gibi, Kâhır Günü, yani o üzücü gün, tüm dünyayı kül edecek!” gibi bir anlamı oluyor. Bahsi geçen Davud, İsrailoğulları tarafından kurulan krallığın başı olan ve aynı zamanda bir peygamber olarak da yer alan bildiğimiz o Davud.
Türkçe meali Sibel olan kişilik ise Sibyl, yani Roma mitolojisinde yer alan bir kahin kadın. Romalıların başı ne zaman sıkışta, Sybil kitaplarına başvururlarmış ve bu yüzden de bu kahinin kitapları oldukça önemli görülürmüş. Aynı zamanda Sybil isminin farklı telaffuzları sayesinde Türk mitolojisinde bereket tanrıçası Sibel veya Anadolu kültüründe Kibele olarak yer aldığı biliniyor. Fransızca’da “Cybéle” olarak yazılan ve “Sibele” olarak okunurken, Arap mitolojisinde ise Hübel (İngilizce ismiyle Hubal) şeklinde geçmekte. Tüm bu mitolojilerde ortak nokta ise Sybil’in taştan doğduğuna yönelik rivayettir.
Bu noktada da neden David ve Sybil’in isimlerinin böyle bir ilahide geçtiğini açıklamak bir tık daha kolaylaşıyor haliyle. Bir kahin olan Sybil ve İsrailoğulları kralı olan David, dünyayı küle çevirecek o felaket gününe dair söyledikleri bir şeyler olduğunu öğreniyoruz bu ilahinin giriş cümlesinde. Bay Wednesday, tam da Gungnir’i tamir ettirmek için Shadow ile gittiği alışveriş merkezinin nasıl “Gomorra” mivalinde bir yer olduğunu açıklarken bu sözleri söylüyordu eğer hatırlayacak olursanız. Eh, malum Sodom ve Gomorra öyküsüne de herkes hakimdir diye düşünüyorum. Hani, ahlaksızlıkları sebebiyle Tanrı tarafından cezalandırılan ve alevler içinde kül olan o iki sapkın İsrail şehri… Şimdi Davud’un neden bu ilahide yer aldığını (İsrailoğulları) ve Sibel’in böyle bir şey hakkında kehanette bulunduğunu (‘günü gelince hepsi yaptıklarının cezasını çekecek’ mesajı) rahatlıkla anlıyoruz, değil mi?
Son Not
Bütün bölüm incelemesini gerçekten de Odin’den yola çıkarak anlattığım ve başka detaylara değinmediğim için pişman değilim aslında. Çünkü ciddi anlamda dolu dolu bir Odin hikayesi izledik ve Shadow ile düzenledikleri Lou Reed ceketi çalma kumpasında dahi hala enerjisini yitirmediğini görmek gerçekten hoştu. Sahiden, Shadow’un tüm odunluğuna rağmen Wednesday işin içine girince o sekanslardan inanılmaz keyif alır hale geldim son zamanlarda. Yaramaz çocuk Wednesday’in maceraları ve “Hıı o rahipse ben de Beyonce’yim.” sözüyle ilk defa gülümsetebilen Shadow‘un yaverliği umarım ki buradan sonra daha da güzel işlenir.
Yazıyı tamamlarken, Bay Wednesday’in son sahnede mırıldandığı “Brother, Can You Spare a Dime” şarkısından da ufacık bahsetmek istiyorum. Jay Gorney tarafından Büyük Buhran döneminde bestelenen ve o dönemin marşı olarak kabul gören bu üzücü şarkı, sözlerine göz atıldığında basit bir “bana para verin”den çok daha fazlasını ifade ediyor aslında. Yıllar yıllar sonrasında neden böyle bir şarkı bestelediğini sorduklarında Gorney ise şöyle bir yanıt vermiş:
“Amacım insanları depresif bir ruh haline sokmak değildi. Direkt olarak “fakirim, bana para verin” temasını işlemek de değildi. Çaresizliği anlatmaya çalışıyordum. İnsanları, düşünmeye itmek istiyordum. Bu, duygusallıkla ilgili bir şarkı.”
Sözlerine bakığımızda ise onlarca yol ve bina yapan, savaşlarda savaşan, milli görevlerini yerine getiren sayısız insanın, otoritenin onlarla işi bittiğinde nasıl karneyle ekmek dağıtılan sıralara mahkum olduğunu ve bir kenara sümüklü mendil gibi atıldıklarını anlıyoruz. Bir hiç uğruna ölen onlarca insan için bir marş yani. Bay Wednesday’in bu şarkıyı mırıldanıyor oluşunu ise oğlu Donar’ın intihar edişiyle elindeki her şeyi kaybetmiş hissiyatına kapılmasına bağlıyorum. Wednesday de, tıpkı o ekmek sırasına giren insanlar gibi, çaresiz hissediyor bir bakıma. Maga be…