Acısı ve tatlısıyla koskoca sekiz haftanın da nihayet sonuna geldik pek sevgili inanç geekleri. 2017’den beri özlemle beklediğimiz American Gods, bu sene ikinci sezonuyla da hayatımıza bir arkadaşa bakıp çıkarcasına girdi ve tekrardan terk eyledi buraları.
Üçüncü sezon onayını da alan dizimizin, bir süre daha buralarda olacağı müjdesiyle başlayalım işe. Olayların ağır ama etkili bir şekilde açıklığa kavuştuğu senaryomuzda, en az bir sekiz bölümlük maceramız daha var demek oluyor bu. İlk sezondaki ortama alışma ve tanrıları tanıma seanslarımızın yanı sıra ikinci sezondaki savaşa hazırlık sürecini, artık üçüncü sezonda çok daha net bir noktaya bağlayacaklarını umduğumuzu da belirtelim.
Wells’den Orwell’e, Korkutucu Medyanın Yüzü
Bölüm F.O.K.S isimli bir siyah beyaz bir televizyon ekranı, ardından da tüyler ürperten olayların anlatıldığı bir radyo programı sahnesiyle açılıyor. Mutlu ve huzurlu bir şekilde evinde oturmakta olan ufak bir ailenin, radyo programında bahsedilen Mars’taki patlamalar, dünyaya düşen kuyruklu yıldızlar ve tuhaf dokunaçları olan yaratıkların bilgisiyle ani bir dehşet dalgasına kapıldığını izliyoruz. Hatta öyle ki, kendilerini canhıraş arabaya atıp yola koyulan ailemizin buradaki endişesi, gözle görülebilir bir şekilde her saniye daha da artıyor.
Bu kısım, H.G. Wells’in Dünyalar Savaşı isimli kitabının çıkış yaptığı senelerde yaşanmış bir olaydan geliyor aslında. Asla ve asla gerçek olmayan ama yine de dinleyen insanları kandırabiecek türden bir “kurgu” aslında bu radyo yayını. Bizzat Wells’in kendi seslendirmiş olduğu Dünyalar Savaşı‘ndan o ufak kısım, radyonun öbür ucunda kulak kesilmiş olan herkesin tüylerini diken diken etmeye yetiyor da artıyor üstelik. Ancak gelin görün ki gerçek olup olmadığını bilmedikleri için korkunç bir uzaylı saldırısı ile karşı karşıya kaldığını düşünen onca insanın kapıldığı panik, maalesef ki öylesine anlatılmış bir tarihi olay değil.
Mr. World’ün tam da bu sahnelerde “Korku, kurgudur.” sözleriyle lafa girdiğini hatırlayacaksınız. Dünyalar Savaşı‘ndan okunan ufak bir parçayla, gerçekten de korku hissiyatının kurgulanan şeylerden ibaret olduğunun kanıtını bizlere sunduğunu anlayabiliyoruz bu noktada. Sonrasında ise “Korku, kontroldür. Korku, güvenliktir.” şeklinde devam eden cümlesiyle de Mr. World, birçok distopya-severin aklına George Orwell’in kitabı 1984‘ün gelmesine sebep oluyor: “Savaş barıştır. Özgürlük köleliktir. Cahillik güçtür.”
Bu slogan, belki de 1984 romanının en çok hatırlanan cümlelerinden biri olabilir. Çünkü bu üç cümleden oluşan söz, totaliter rejimin, insanlar üzerinde kurduğu baskının ve anksiyetik atmosferin en kısa haliyle özeti gibi yorumlanır. Birbirinin zıttı gibi gözüken iki farklı kavramı İngsos Devleti öyle kurnaz şekillerde empoze eder ki insanlarına, halkın bu dayatılanlara inanmaktan başka hiçbir çaresi kalmaz. Üstelik distopyaların en klişesi olmasına rağmen hala en korkutucularından biri olarak edebiyatta yer etmiş olan 1984, henüz televizyonlar ortada yokken bile medyanın baskıcı ve korkutucu gücünü ortaya koymayı başarmış bir eserdir. Tele-ekranlar desem mesela, aklınızda bir şeyler canlanır mı? 7/24 sizi izleyen ve yalnızca ensenize bakabildiği sırada dahi ne düşündüğünüzü görebilecek türden bir korku aleti… Büyük Birader’in sizi tıpkı bir tanrı gibi sürekli izlediği bir yaşam… Medya tam da böyle bir şey işte.
Peki Mr. World’ün Dünyalar Savaşı‘ndan alıntı yapılan bir radyo programı sebebiyle korkuya kapılan insanları gösterdikten sonra söylediği bu 1984-vari sözler neye işaret ediyor? Tam olarak şuna: Yeni Medya sayesinde, bu gücünü tekrardan kullanacak. Eğer hatırlayacak olursanız, Shadow’un televizyondaki haberleri izlediği sırada Yeni Medya’nın onunla spikerler aracılığıyla konuşuyor ve bölümün en başında duyduğumuz cümlelerin aynısını tekrarlıyor bir yerden sonra. Yani diyor ki “Vakti zamanında tüm insanları bu kargaşaya sürükleyen bendim, yine benim.” Zira tam da o sırada halk, banka hesaplarının zerre işe yaramaması gibi teknik ve krizsel problemlerle başa çıkmaya çalışıyor ve bulabildiği her şeyi stok yapma peşinde. Neden? Tıpkı o eski radyo programı döneminde hissettikleri hayatta kalma içgüdüsüyle gelen korku yüzünden.
Ufak Bir Sembolizm Molası
Bunca Wells ve Orwell referansı sonrası gelin biraz daha dingin sembollerle devam edelim yazımıza: Laura ile Bilquis’in o meşhur sahnesiyle yani.
Muhtemelen çoğunuz bu detayı görmekte gecikmemiştir ama yine de belirtmekte fayda görüyorum; Laura ve Bilquis’in konuşup Mr. Wednesday’den ne kadar nefret ettiklerini dile getirdikleri o sahne, bir “Cennet Bahçesi” referansıydı. Kanıt mı istiyorsunuz? Hemen! Elinde kızıl bir elmayla çekici bir şekilde ilerleyen Bilquis’in rolü Şeytan. Sevdiği adamdan veya eşinden o an itibari ile uzakta olan Laura ise Havva. Ortamdaki kocaman Yggdrasil ise malum “Tree of Knowledge”, yani meyvesini yiyen Adem ile Havva’nın Cennet’ten kovulmasında rol oynayan o ağaç.
Ee, burada neden Bilquis tahrik eden ve yoldan çıkaran isimken Laura birden kandırılan kişi konumuna düşüyor? Şöyle ki, Shadow ona Mad Sweeney’i öldürdüğünü söylediğinde, Laura’nın suratının aldığı ifadeyi hatırlayacaksınızdır. Aynı şekilde Bilquis’in de Shadow ile odada tek başına konuştuğu sırada “Aşk ruhunu kaybetmişsin sen.” dediğini de anımsatmak isterim. Burada, Laura ve Shadow’un birbirlerine olan aşklarını tam anlamıyla yitirdiklerini savunursak yanlış olmaz diye düşünüyorum.
Tıpkı İncil’de yer alan hikayedeki gibi Şeytan tarafından kandırılan ve bu sayede Cennet Bahçesi’nden Adem ile birlikte kovulan Havva’nın, bu bölümde koskoca Mad Sweeney’i sırtlanmış Laura olarak, Bay Ibis’in Cenaze Evi’nden ayrıldığı sahneyi anımsattığının farkındayız, değil mi? Yani bir bakıma, Mad Sweeney’nin kanını yerde görene kadar olayları tam olarak sindirememiş olan Laura, Bilquis’in o sırada kıpkırmızı ve cezbedici bir elmayla çıkagelmesi ile birlikte nedense bir anda büyük bir leprikon cesedi ile yola koyulmaya karar veriyor.
Edebiyatta hiçbir şey tesadüfi değildir, semboller ise asla bir tesadüf olmamıştır.
“İnsanlar Tanrı’nın Suretinde Yaratılmadı”
Bu, belki de tüm bölüm boyunca en çok dikkatimi çeken repliklerden biriydi. Technical Boy’un, “eski dostum” diye hitap edip durduğu çekik CEO abimizle konuştuğu sahneden bahsediyorum. Tam olarak sözleri işe şöyle:
“Siz insanlar, Tanrı’nın suretinde yaratılmadınız. Biz tanrılar, sizin suretinizde hayat bulduk.”
Hııım, peki. Öyle olsun Technical Boy kardeş, ama sen bunu söyleyince de bize durup “Neden?” diye sormak düşer yani. Bunca yüzyıldır “İnsanlar, Tanrı’nın suretinde yaratılmıştır.” bilgisini tek seferde altüst etmek neden? Benim bu konuda bir tahminim var, izninizle açıklayayım.
İnsanlar, mitolojik dönemlerden bu yana, yaptıkları iyi ve kötü her şeyi Tanrı’ya bağlamaları ile bilinirler. Çok harika bir iş mi başardılar? O zaman kesin Tanrı yardım etti ve onun suretinde yaratıldığımız için oldu bu. Bir suç işlendi veya kötü bir şeyler mi yaşandı? Haa, o da Tanrı’nın suretinde yaratılan insanın, yine Tanrı kadar bencil ve kötü ruhlu olmasından kaynaklanıyor. Tanrı’dan gelen, Tanrı’ya gidiyor. Ne yaparsan yap, sorumlusu Tanrı. Bu, tüm insanlık boyunca değişmeyen bahanelerden biri oldu ve öyle olmaya da devam ediyor.
Bu “bahane”yi kullanma sırası da şimdi tanrılara geçmiş anlayacağınız üzere. Technical Boy’un bu laflarıyla anlıyoruz ki, kendilerine ibadet etmeleriyle güç veren bu insanlık, aslında tanrıların yaptıkları şeylerden sorumlu olan kesim. Yani insanlığın bu kadar pis ve lanet, hatta ve hatta bencil bir ırk olmasından ötürü tanrıların da buna adapte olmak uğruna yozlaştığını söylemeye çalışıyor bizim sarı oğlan.
Son Not
Farkındayım, birinci sezon incelemeleri kadar istikrarlı veya bilgi bombardımanlı bir dönem geçiremedik sizinle bu incelemeleri yaparken. Üstelik Mad Sweeney’e olan takıntımı bilenlerin, geçen haftaki bölümü yorumlayamayışımın beni ne kadar kahrettiğini ufacık da olsa bir tahmin etmesini rica edeceğim. (Ciddiyim ha)
Gelecek sezonda işlerin biraz daha kızışacağının sinyallerini, Shadow’un babasının Odin olduğuna dair aldığımız işaretler ve kimliğinde yazan Michael Ainsel isminden bir hayli anlamamız mümkün aslında. Hatta ve hatta, Cenaze Evi’nin etrafını çeviren polisleri, geçmişte oyuncaklarıyla oynayan minik Shadow’un tek bir hamleyle ortadan kaldırması da, kendisinin gelecekte tam anlamıyla açıklanacak olan kimliğine dair birtakım güçlerinden biri. Ancak şimdilik bu konulara dalıp bazı şeyleri size erkenden yüklemek istemiyorum. Vakti gelince tüm heyecanımızı tekrardan en üst seviyelerde yaşamak en büyük temennilerimden.
Belirtmek istediğim son bir nokta ise, iki sezondur American Gods‘ın izlediği ilginç bir bölüm sıralaması taktiği. Giriş bölümleri her zaman en gaz verenlerden biri oluyorken, yedinci bölüme kadar yer yer tempomuz düşüyor gibi hissediyoruz. Ama sonra yedinci ve sekizinci bölümle birlikte tekrardan heyecan seviyelerimiz Allah katına çıkıveriyor ve bir sonraki sezon için gün saymaya başlamak falan istiyoruz aniden. Nasıl bir taktik, pek anlamadım ama etkili olduğunu söylemeliyim.
2 Comments
Merhaba american gods un 3. Sezonu geldi acaba inceleme yapmayı düşünüyor musunuz ? Önceki sezonlarda bir bölüm dizi izleyip ardından kacirdigim şeyler için sizin yorumlarınıza bakıyordum aynı şekilde yeni sezona da yaparsanız çok iyi olur 😉
Dizi ile ilgili yazdıklarınızın tamamını okudum. Bu kadar detayı aklınızda tutup yazdığınızı gerçekten merak da etmedim değil. Yine de çok güzel bir analiz çalışması. Sade cümleler. Derin detaylar. Konuya hakim. Gerçekten emeğinize sağlık. Bir gün yüzyüze de sohbet etmek nasip olur umarım.