Can verir ya Tanrı taşlara? Kate Winslet de muhteşem rollere öyle can veriyor yıllardır. Elbet hakkını yediklerim vardır; ama bana Hollywood’un aktris dedin mi üç gerçek aristokratı var gibi geliyor çok uzun bir süredir. Aristokrat dediysem, öyle etrafı ödüllerle çevrili olması, hareketlerinde bir tepeden bakma olması ya da herkes tarafından monarşi muamelesi görmelerinden söz etmiyorum. Başka bir çağda doğmuş olsalar otomatikman leydi ilan edilecek, küçük parmağını kıpırdatışı bile ayrı bir klas kadınlardan bahsediyorum. Benim için bu üç kadın sırasıyla Marion Cotillard, Cate Blanchett ve Kate Winslet.
Özel bir gün değil. Winslet bugün doğmadı. Ya da ilk filmini bundan bilmem kaç yıl önce bugün çekmiş değil. İçimizden geldi, İngiltere’nin en güzel kadınını bir onore edelim dedik. Hem belki bu akşam izleyecek film arayanlara da bir faydamız olur, kim bilir? Eğer buraya koymadığımız bir Kate Winslet filmi varsa ve “sayfada adı geçsin be!” diyorsanız, yorumlarda belirtmeyi unutmayın. Bu liste hepimizin!
Hazırsanız, buyurun!
Heavenly Creatures
Artık Peter Jackson ismi sadece ve sadece Orta Dünya’yla (belki bir ihtimal de kocaman maymunlarla) anılıyor, ama aslında Jackson’ın kariyeri Tolkien’den öncesine de uzanıyor. 1994 tarihli bu Yeni Zelanda filmi, ilginçtir, iki isim atmıştı meydana. Melanie Lynsky ve Kate Winslet. İkisinin de adı çok çınlanıyordu o zamanlar, fakat genel kanaat Lynsky’nin daha büyük bir yıldız olacağı yönündeydi. Sonra ne oldu, Winslet aldı başını yürüdü, Lynsky Two and a Half Men’e kadar düştü…
Sense and Sensibility
Kate Winslet’e ilk Oscar adaylığını kazandıran film buydu. 1995 tarihli Sense and Sensibility, aynı adlı Jane Austen romanından uyarlanmaydı ve yazarı Emma Thompson’a da bir Oscar kazandırmıştı. İlginçtir ki Winslet’in karşısında kaybettiği aday; Mira Sorvino için de büyük yıldız olacak deniyordu. En son kendisini House’un bir bölümünde konuk oyuncu olarak gördüm, daha da bir yerde karşıma çıkmadı kadıncağız… Winslet evde voodoo mu yapıyordur nedir?
Hamlet
Emma Thompson ile çalıştıktan hemen sonra, uzak bir süre değil, o sıralarda Thompson’dan boşanmakta olan Kenneth Branagh ile çalıştı Kate Winslet. Hem de bu sefer ultra-klasik bir rolde, ultra-klasik bir oyunun ultra-klasik bir uyarlamasında. Kime sorarsanız sorun, Branagh’ın Shakespeare uyarlamaları Olivier’ninkilerden sonra beyaz perdenin gördüğü en iyileridir ve onlarda sırıtmamak büyük yetenek ister. Hele ki ustanın direkt karşısında, Ophelia’yı oynuyorsanız…
Titanic
Bahsini açmaya gerek var mı yani gerçekten? Titanic tabii ki. Kate Winslet bu rolden önce de tanınan bir aktristi, bunu da çoğunlukla Sense and Sensibility’ye borçluydu. Ama James Cameron’ın mega hitinden sonra bir anda küresel bir yıldıza dönüştü. O ve Leonardo DiCaprio bir ömür sürecek arkadaşlıklarına bu filmle başladılar, Winslet hepimizin bildiği bir isme bu filmle dönüştü ve tabii ki söylemeye gerek yok ama, arzularımızın tam merkezine de o meşhur çizim sahnesiyle bu filmde oturdu…
Iris
Çok… İlginç bir filmdi Iris. Konsept olarak öyleydi en azından. Hayatının sonlarında olan ve giderek fiziksel olarak çöken bir yazarın bir taraftan o korkunç gerileme yıllarını, bir taraftan da genç ve yaşamının tepesindeykenki yıllarını kocasıyla olan ilişkisi üzerinden anlatıyordu. Filmden Kate Winslet’e derin bir nefret beslemeyerek çıkmak mümkün değildi, ilginçtir ki yaşlılık hâlini oynayan Judi Dench’e ise acıyordunuz. Çok kıymetli, değerli bir filmdi Iris, Winslet de bu değerin yüzde yüz bir parçasıydı…
3 Comments
The Reader’ın hakkı yenmesin Kate in oscar aldığı bir filmdi.
Yazıda şirk mi koşulmuş?
+ Nicole Kidman