Yıllardır bu soru dolanıyor kafamda. Gerçekten. Wachowski kardeşlerle Tom Tykwer‘ın, 2012 senesinde David Mitchell’a ait aynı adlı 2004 romanını uyarlamalarından beri aynı şeyi düşünüyorum. Bu film iyi mi, kötü mü? İşin ilginci, dün geceye kadar filmi izlememiştim bile. Bu soru kafamda filmi izlemekle ilgili dönüp duruyordu. Çünkü, itiraf edelim, geek camiasının tarihinde üzerinde bu denli fikir ayrılıklarının yaşandığı bir film daha yoktu muhtemelen.
Önce şunu netleştireyim, başlıkta ve giriş paragrafında bir “geek camiası” bahsi geçiriyorsam, bu sitenin temel prensiplerinden birini yakmaya karar verdiğim için değil. Merak etmeyin, geek’i Big Bang Theory usulü “bilim kurgu fantezi fiyuv fiyuv” diye tanımlamıyorum. Her zamanki gibi, tutkuyu, merağı kaşıyan mitolojik seviyede işlerin geek bünyeleri tahrik ettiği inancındayım. Ve Cloud Atlas görüp görebileceğiniz en tutku kırbaçlayan, merak kamçılayan, kendi on tonluk mitolojisiyle izleyenleri karşılayan film büyük ihtimalle.
Ben bunu filmi izlemeden önce de biliyordum. Altı farklı zaman diliminde geçmesi, dört yıllık prodüksiyon süresi, 100 milyon dolarlık bütçesiyle gelmiş geçmiş en pahalı bağımsız filmlerden biri olması, 171 dakikalık görüntü süresi, okuyan herkesin “filme çekilemez” dediği bir kitaptan yola çıkıyor olması… Bunların hepsinin farkındaydım. Ayırdına varamadığım tek şey, bu filmin iyi olup olmadığıydı. Çünkü 171 dakika büyük bir yatırımdı. Bu yatırımı yapıp yapmayacağıma karar vermek önemli bir düşünce süreci gerektiriyordu.
O düşünce süreci, takriben üç sene sürdü işte. 8 Eylül 2012‘de Toronto Uluslararası Film Festivali’nde gala yapan filmi, ben 31 Ağustos 2015‘te izledim. İzlemeden önce çok fazla yerden, çok fazla kişiden “anlaması zor” yorumlarına maruz kaldım. Sağ olsun, sevgili editörümüz Mert Günhan bana “senin anlaman zor” diyerek daha net de konuştu. 171 dakika kırdım dizimi, oturup bu destansı filmi izledim bu yorumların ışığında. Ve sizlere bu evladiyelik soruyu yanıtlamaya geldim. Cloud Atlas iyi mi?
Asıl ikircikli mevzuya gelmeden önce, bir şeyin altını çizmek lazım. Cloud Atlas anlaması zor bir film falan değil. Benim kafamda anlaması zor filmler, David Lynch‘in eserleri gibi bilinç akışı şeklinde ilerleyen, karmaşık ve dürüst olmak gerekirse net bir anlamdan ziyade izleyicinin yüklediği anlamlara alan bırakmasıyla öne çıkan şeyler olarak duruyorlar. Cloud Atlas’ın böyle bi durumu yok. Üç yönetmenli, altı hikayeli filmimizin hiçbir konusu soyut ya da kompleks değil. Üstelik birbirlerinin içine geçişlerini çözmek de pek imkansız değil.
Bu altı hikayenin, birbirinin içerisinde anlatılan hikayeler olarak yerleşmiş vaziyette birleşip, büyük bir tekil hikayeye dönüşmesinden ibaret. Fakat Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu gibi benzer teknik kullanan eserlerin aksine, sonunda büyük bir şamatayla dağınık gözüken parçaların aslında birleşik olduğunu açık etmek yerine, baştan birbirleriyle bütünleşik bir şekilde sunuyor öykülerini.
Özünde verdiği iki mesaj var, ve açıkçası bunları verirken nefesinin ve inceliğinin bittiği noktalarda baya kör göze parmak bir şekilde anlatıcısına okutup sopayla vuruyor izleyicinin kafasına. İlk mesaj, vakti zamanında Battlestar Galactica‘nın da vermeye niyetlendiği ama en sonunda kocaman bir deus ex machina’ya bağlayarak biraz eline yüzüne bulaştırdığı şey: Bunların hepsi daha önce oldu, ve hepsi daha sonra tekrar olacak. Tüm tarih aslında aynı hikayenin tekrar tekrar anlatılmış hâlinden farklı bir şey değil. Bir günlük, bir senfoni, bir roman, bir film ya da kutsal kitaplar ayırt etmeden; aynı hikayeyi tekrar tekrar yaşıyoruz aslında. Ve hepimiz, başkalarının hikayelerinde yer tutan hikayelerden ibaretiz. Hiç birimiz başkaları olmadan var olamayacağımızdan, başkalarının hikayelerinde bir hikaye olarak anlam kazanıyoruz bir bakıma.
İkinci mesaj da buradan yola çıkıyor. Bütün hikayeler birbirlerinin içinde olduğu için, bizim yaptıklarımız, ne denli ufak da olsalar, koskoca okyanusta minik bir damla hüviyeti de taşısalar bu hikayeler bütünü boyunca etkisi hissedilen adım hâlini alabiliyorlar. Film bunu, ilk mesajına nazaran biraz daha alttan alta veriyor. En azından şöyle diyelim, ilk mesajın iyice oturması için hemen hemen tüm karakterler bir kez ekrana bakıp “vaziyet bu, çaktınız değil mi?” derlerken, ikinci mesaj yönetmenler tarafından biraz daha akışına bırakılıyor.
Yani evet, Cloud Atlas anlaması zor bir film değil. Sorunu bu değil zaten. Cloud Atlas, takip etmesi zor bir film. Ve bunun konunun karmaşıklığı ya da izleyenlerin beyin gücüyle bir ilgisi yok. Cloud Atlas’ı takip etmek inanılmaz meşakkatli bir iş, çünkü Cloud Atlas dikkatinizi üzerine çekmeyi çoğu zaman başaramıyor.
Altı farklı konunun olduğundan bahsetmiştik. Biri 19. yüzyılda bir gemi yolculuğunu, biri 20. yüzyılda bir müzisyenin hayatını ve entrikalarını, biri 60’larda bir gazetecinin ortaya çıkarmak için mücadele verdiği büyük komployu, biri 2012 yılında yaşlı bir amcanın huzurevinden kaçışını, biri 22. yüzyılda bir android’in özgür iradeyle tanışmasını, bir başkası ise uzak bir gelecekte çökmüş olan insanlığın hikayesini anlatıyor. Her biri, bir mesafeden baktığınızda çok kusursuzca bazı arketiplere uyuyorlar.
Örneğin gemi yolculuğu hikayesi, buram buram Herman Melville kokuyor. Robert Frobisher’ın hayatı ve trajedisi o kadar Rus edebiyatına benziyor ki, gözünüzü kapatsanız bir yerden birileri başkalarına “Kuzum Ivan Ivaniviç” diyecekmiş gibi hissediyorsunuz. Luisa Rey’in hikayesine bir Robert Redford koysanız sırıtmayacağı gibi, 22. yüzyıldaki hikayede de bir yerden Edward James Olmos çıkıp “Yaşamayacak olması çok kötü. Ama gerçi, zaten kim yaşıyor ki?” dese garipsemezsiniz. Küçük hikayelerin böyle arketiplere dayanıyor olması, elbette filmin ilk mesajını destekliyor. Bu hikayeler yaşanıyorlar ve tekrar tekrar anlatılıyorlar, çünkü biz birbirine iç içe duran bir hikayeler bütününden fazlası değiliz hiçbir şekilde.
Yalnız işte bu kadar aşina hikayeler kullanmanın bir sıkıntısı da var. Filminiz bir anda inanılmaz sıkıcı oluyor. Üzgünüm, bunu söylemenin daha iyi bir yolu yok. Cloud Atlas’ta olan hiçbir şey size huşu zerk etmiyor. Çünkü hiçbir şey şaşırtıcı, ilginç ya da ters değil. Evet, her şey daha önce oldu, ama bu hikayeler de daha önce oldu. O gemi yolculuğu daha önce yaşandı, o müzisyen daha önce o mektupları yazdı, o android daha önce baş kaldırdı. Dolayısıyla hiçbir şey ilginç değil.
Ve aklınızda tutun, bu 171 dakikalık bir film. 171 dakikalık, ilginç olmayan bir film. Daha da kötüsü ne biliyor musunuz? 171 dakikalık, ilginç olmayan, ama yarısında da bırakamadığınız bir film. Çünkü nereye gideceği belli değil. Hiçbir zaman, gerçekten berbat filmlere yaptığınız gibi “Tamam, bu filmin gideceği yeri görüyorum ve benim oraya gitmeme gerek yok” diyerek kendinizi azat edemiyorsunuz. Nerede biteceğini görme isteği uyandırıyor Cloud Atlas. Sadece, oraya gidene kadar geçtiğiniz yolda gördüğünüz hiçbir şeye heyecanlanmıyorsunuz. Bu da 171 dakikalık bir durağanlık sunuyor size.
O yüzden, Cloud Atlas muhtemelen o karmaşık kaynak materyalden çıkabilecek en iyi film; ama hayır iyi bir film değil. İlginç bir deneyim, garip bir tecrübe ve bir kez bu trene binmek isteyebilirsiniz. Ama tüm samimiyetimle söylüyorum, yolculuğun hiçbir dakikasından buram buram taşan bir keyif almayacaksınız.