Yerli sinema olarak korku türüyle ilişkimiz Metin Erksan’ın Şeytan uyarlaması, daha doğrusu uyarlayamamasından beri epey sorunlu. Batıdan devşirme iş yapmaya kalktığınızda özellikle korku türünde pek çok şey tutmuyor, çünkü kültürel hiçbir şeye dokunmamış oluyorsunuz. Batı kültürüne, mitolojilerine ve Hristiyanlık dinine ait geleneklerle korku filmi denemelerine giriştiğinizde yerel bir şey dokunmuş olmuyorsunuz ve anglosakson filmlerde izleyince batmayan şeyler size komik gelmeye başlıyor.
Bu yüzden Hasan Karacadağ’ın Dabbe‘si ile beraber yerli sinemacımızın uyandığı ve kendine ekmek kapısı olarak belirlediği tek bir yerel tema var: Cin Öyküleri. İslami teamüllerden 3 harflilerle ilgili üretilen birbirinin aynısı bir sürü film ile bu temayı da dibine kadar tükettiğimizi düşünüyorum. Sadece 2015 yılı içinde 22 tane cinli film vizyona girmiş ki dram ve komedi filmi dışında pek fazla film üretilmeyen bir ülke sineması için bıkkınlık verici derecede fazla bir sayı. Bu yüzden bu alanda farklı bir şey yapıldığı zaman ister istemez ilgimi çekiyor ve bir şans vermem gerektiğini hissediyorum. Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Baskın‘ı çok net bir şekilde beğenmedim. Sebeplerimi de bilahare dizeceğim aşağıda ancak benim beğenmemiş olmam, seri üretim cinli filmlerden başka bir şey sunamayan yerli sinema için Can Evrenol‘un farklı bir şeyler yapma çabasını takdir etmeyeceğim anlamına da gelmiyor.
Resimden sonra spoiler var.
Ben sadece yukarıda saydığım farklı bir iş yapıyor olması sebebiyle bile Baskın Karabasan‘ı izleyecektim ama benim daha kişisel bir merağım vardı. Can Evrenol‘un 2013’te Gezi rüzgarını da arkasına alarak çektiği kısa filmini, bir arkadaşımın da vasıtasıyla önüme düştüğünde izlemiş ve çok beğenmiştim. Onun öncesinde de My Grandmother ve Kurban Bayramı kısa filmlerini izlemişliğim vardı. Ondan da evvel birkaç tanıdığım vasıtasıyla Can Evrenol’a ve yaptığı işlere aşinaydım.
Bence Can’ın filmlerini izleyebilmek belli bir mide gerektirmesinin de ötesinde belli bir alt türü seviyor olmanızı gerektiriyor: B-Movie. Bu yüzden Baskın‘a ucuz ve vahşi korku filmleriyle büyümüş Amerikalı 70-80 kuşağının veya abartı Gore filmlerle epey haşır neşir olan Uzak Doğu seyircisinin bu filme pozitif reaksiyon vermesini beklemek hiç de abes olmazdı. Mesela her sene vizyona sokulamayacak kadar vahşet içeren korku filmlerinin gösterildiği 8 Films to Die For festivaline bu filmi koy, taparlar. Ama işte gelgelelim, yerli seyirciyle hem de bir festivalde Geceyarısı Çılgınlığı gibi bir bölümde değil de vizyon perdesinde buluşunca işin rengi değişiyor.
Elbette ki “bizim yerli seyirciye göre bir şeyler çekin” demeye getirmiyorum. Zaten bu yaklaşım bizi sadece korku türünde değil komedi ve dramda da birbirinin aynısı formülize edilmiş tonlarca filmin olduğu bir yola soktu. Fakat işte bizim için böylesine deneysel bir filmi vizyona soktuğunuzda da gelecek tepkiler üç aşağı beş yukarı bellidir. “Bu ne saçmalık?” eleştirisinden öteye gitmeyi başaracaklar bile “yerele dokunmuyor” diye eleştireceklerdir. Karşımızdaki filmde yer alan satanik ve pagan öğeler yukarıda bahsettiğim batı kültürünün dini ve mitolojik külliyatına ait şeyler. Bizim polislerimiz küfür konusunda işin suyunu çıkarıyor olmasalardı ve rahatsız edici seviyesizlikte bir “erkeklik” tartışmasına girmeselerdi, bu öyküyü pekala New Orleans’ın terk edilmiş köşklerinde de kurgulayabilirdiniz.
Ben filmi, tüm vahşetten, iğrençliklerden ve bana göre değil ama hadi çoğu kişinin diyeceği şekilde ifade edeyim “sapkınlık”lardan bağımsız olarak ele aldığımda bile maalesef elimde kalan yerler var. Evvela, Can, biraz da kısa filmi uzun metraja dönüştürmenin handikaplarına düşmüş. Kısa filmde polislerin ihbar alıp olay yerine intikal ettiği kısım neredeyse filmin ilk yarısına yayıldığı için konuya bir türlü girilemiyor. Sanki Baskın, bir uzun metrajı değil de orta metrajı hak ediyormuş hissiyatına kapılmamak elde değil. Kurguda bir yarım saati atsa filmden ne giderdi acaba diye ciddi ciddi düşündüm. Buna rağmen filmin sorunlu kısmı da ilk yarısı değil bence zaten. Asıl olayların başlaması gereken ikinci yarıda kayış kopuyor ve sonlara doğru giderek filmden uzaklaşıyoruz. Halbuki burasının bize polislerin kapana kısılan birer fareye dönüşeceğini göstereceği yer olması gerekirdi. İlk yarıyı fazla uzatmayıp polisleri bir an önce baskın yapacakları yere hapsetmiş olsa, bana göre geçen senenin en güzel gerilim/korku filmlerinden biri olan As Above So Below filmindeki gibi yeraltında bir yaşam mücadelesi verdiklerini görsek filmle ilgili tüm fikrim değişebilirdi. En azından ortamın klostrofobikliğini de kullanıp gerilimi biraz olsun pompalamayı başarırdı. Onun yerine bitmek tükenmek bilmeyen bir ayin sahnesiyle gerçekten içimizi kıymayı seçmiş. Human Centipide ve A Serbian Film gibi vahşet filmlerini izlemiş bir insan olarak bile kendimi salondan dışarı atmak istediysem filme gidecek mainstream seyirciyi düşünemiyorum.
İlk filmini çeken bir yönetmen için o ayin sahnesini mazur görmek gerekiyor belki de. Zira sanat yönetimi, kostümler ve makyajlar açısından inanılmaz bir özenilmişlik var. Can’ın tüm fetiş dürtülerini ortaya seren böyle sahneyi kısa kesmek istememesini de anlıyorum ama dediğim gibi mevzu bu kadar uzamasaydı çok daha etkileyici bir final izleyebilirdik şüphesiz. Güzel bir yerden yola çıkmış ama sanki ortalarda bir yerde biraz Clive Barker sevgisinden, biraz Lovecraftian öyküleri sevdiğini düşündüğümden ve biraz da gore fetişini tatmin etmek istediğinden ipin ucunu kaçırmış. Tüm bu stilize görsellik içinde bir yerlerde anlatmak istediği hikayeyi de kaybetmiş.
Nereye bağlandığını pek çözemediğimiz kurbağa metaforu, nedenini niçinini pek anlamadığımız ayin ritüeli ve bu ritüelin başındaki adama tapan yaratıkların neye ve kime hizmet ettikleri hep çok havada kalan şeyler olmuş. Neden terk edilmiş bir Osmanlı karakolunun altında bir sürü yaratık yaşıyor ve burada yaptıkları Pagan ritüelinde neden gözü oyulan bir adamın anal seks yapışına şahit olmak zorundayız? Yoksa tüm bunlar Arda’nın kafasında kurguladığı bir kabustan mı ibaret? Öyle bile olsa bu çıkarımı en sonda başa dönen kurgudan mı anlamalıyız sadece? Kısacası demek istediğim tüm bu izlediğimiz vahşet ve sapkınlıkların bir alt metni, bağlandığı bir yer var mı yoksa biz gerçekten anlamsız bir vahşet ve saçmalıklar silsilesi mi seyrettik? Yani bunlar filmde verildiyse ve anlamamız beklendiyse bile şu soruyu sormak gerekiyor: biz mi yeterince iyi dekonstrüksiyon yapamadık yoksa senaryo gerçekten yetersiz mi?
Hiçbir şey için olmasa bile ‘baba’ figürü üzerinden ataerkil düzene dair getirdiği eleştiriler, ahlakçı ikiyüzlülüğümüzü gözler önüne seren o restorandaki tartışma ve polisin keyfi güç kullanımı konusunda ettiği laflar açısından Can Evrenol’un filmin başından sonuna kadar güzel bir noktada durmayı başardığını düşünüyorum. Polislere yaptığı pislik muamelesi eleştirel yaklaşmak istediğini düşünürsek güzel. Ben onca edilen küfürü ve kullanılan argoyu da buna yormaya çalıştım. Ancak sorun şu ki bunun dozajını fazla kaçırdığınızda seyircinin karakterle empati kurmasının da önüne geçmiş oluyorsunuz. Seyirci karakterin başına gelecekleri umursamayınca filmden de kopuyor haliyle. Nihai finale, yani ayin sahnesine geldiğimizde film bir türlü bitmeyecekmiş hissiyatına kapılmamız biraz da bundan. Karakterleri biraz olsun önemsemiş olsaydım “ölseler de bitse de gitsek” hissiyatından kurtulabilirdim sanırım.
Son tahlilde, Can Evrenol, kendi kişisel cehennemini sunuyor bize. Bu sizin kafanızdakiyle ama örtüşür ama örtüşmez, onu bilemem. Benimkiyle örtüşmedi. Yine de artık underground pek filmin çekilmediği Türk Sineması içinde, Baskın‘ın uçuk ve kayda değer bir deneme olarak kalması gerektiği kesin. Can Evrenol hiç değilse kendi kafasındaki cehennemi tasvir etme konusunda başarılı olmayı beceriyor. Bu bile ilk filmini çeken genç bir yönetmeni takdir etmek için yeterli bana kalırsa.