Yazan: Jeff Treves 

Burada ölen bir kimse yok. Sadist şiddete kalmış mağdur hayvanlar, çocuklar, kadınlar yok. Burada görünür bir ölüm bulamayacaksınız, ona göre okuyun.

Nedir ölen ve unutulur olan? Baştan söyleyeyim: bir devrin hayalleri öldü. Bir jenerasyonun bu ülkede görmek istediği, özgürce yaşamak, ona katmak istediği bir kültür-sanat devrimi daha doğmadan gömüldü. Bu ne ilkti, ne de son olacak.  Tarihimiz bu kıyımlarla dolu, ama hatırlayanımız pek az. Bir belgeselde demişti Ara Güler, aşağı yukarı şöyle bir şeydi: “Bu ülkede bir sürü değerli insan yetişir, ama bir bok olmadan geberip giderler…” Ben de Türkiye’de, ta küçük  yaşlarda başladığım sanat eğitimini hayatımın merkezine koyduğumda “bir bok olacağımı” sanmıştım. İdealist ve hırslıydım, hayata yön verebileceğimi düşünecek kadar kuvvetli ve ölümsüzdüm. Ama bu benim hikayem değil, yanlış anlaşılmasın.  Ben dememin sebebi adına konuşmaya yetkim ve bilgim olan kişinin kendimden ibaret olması.

2001 yılı başında bir kızın peşine Amerika’ya gittim. O zamanlar aşkla ilgi yanılgılarım da -diğer her şeyle olduğu gibi- oldukça kuvvetliydi. Marmara Güzel Sanatlar’da 4. senemdi ve hiç bir dersten geçmemiştim. Bir örnek giydirilip,  basmakalıp aldığımız, yarış atı gibi koşturulduğumuz ilk-orta-lise öğrenimimize bir tepkiydi belki de bu. Ders zamanları okul bahçesinde şarap içtim bol bol. Kantininde sigara tüttürüp çaya çay demeden geyik yaptım. Rengarenk giyinip  aksesuara boğdum kıyafetlerimi. Özgürdüm yahu! Sanat seven, aynı dili konuşan insanlarla, onları sıkmayan bir üniversite ortamındaydım artık. Burada yeşerip bir bok olmamak için hiç bir sebebim olamazdı. Ama vardı aslında…

8589938435_b7a45b82c6_o-5313

Mesela, 1997 senesinde kazandığım “Endüstri Ürünleri Tasarımı” bölümünde sarmısak sıkacağı tasarlattırıyor, birkaç sene içinde tarihe karışacak olan müzik CD’leri için raf yaptırıyorlardı. Eğitim sistemi, gönlümde yatan aslan olan Grafik  veya Resim bölümüne yatay geçiş yapmama izin vermiyor, bunun için önce okulu bırakmamı söylüyordu. Tek yol, seneler kaybedip, tekrardan ÖSS sınavını geçip, tekrardan okulun yetenek sınavıyla o bölüme girebilmekti. Ne için? Halihazırda  okumakta olduğum okulda yan sınıfa geçebilmek için… Türkiye’de insan hayatı kadar insanların zamanı da ucuzdur. İşte böyle bir kalemde silip atıverirler senelerinizi. Bu yola giren arkadaşlarım oldu, mezun da oldular mutlu da. Ama  giden gitti tabi.

Aslında biraz öne atlamışım, olayı hafiften başa sarmak isterim: 1997’de mezun olduğum süper modern ve Atatürkçü Özel Doğuş Lisesi’nde, üniversite kazananların isimleri bir liste halinde sınıfa asıldığında aralarında benim ismim yoktu.  Çünkü ÖYS’ye girmemiştim, onun yerine (2 sene resim dersi alıp, eşşek gibi çalışıp) Marmara Güzel Sanatlar’ın yetenek sınavına girmiştim ve kazanmıştım. Türkiye’nin en iyi iki sanat okulundan birini kazanmış olanları, bizim lise  üniversite kazanmış saymıyordu. Şimdi olsa güler geçerim, ama 18 yaşında adama koyuyor be.

Bir kızın peşine kapağı Amerika’ya attığımda Marmara’dan da, ülkenin 90’lar tiksinçliğinden de, olmayan vizyonundan-sanatından da bıkmıştım artık. Önce buradaki alışkanlıklarımla orada da bir bocaladım. Sonra daha doğru düzgün bir  üniversite bulup Savanannah Georgia’ya 3 Boyutlu Animasyon okumaya gittim. Amerika’da okul çok enteresandı. Okulun sevilebilir bir şey olduğunu ilk defa orada anladım. Öğrenmenin hem güzel, hem eğlenceli, hem de faydalı bir şey olabileceğini  Amerika’da gördüm.

Okulu sevmek ne demek efendim! Okul demek kapkara önlük, gri pantolon, lacivert ceket demektir. Kendini bir bok sanan ezik hocaların öğrencileri dövüp aşağılaması demektir. Basmakalıp, güncel hayatla pratikte hiç bir  bağı bulunmayan bilgilerin azami oranda tekrarlamak demektir. Sorgulamaktan vazgeçmek, onun yerine sadece bilmek demektir. Rakamları atarak söylüyorum: 7 yaşında bir çocuğu senede 100 yeni kavram tanıma kapasitesi varken, 500 yeni kavramla  tanıştırmak demektir. Bu beyninden taşan bilgileri o çocuğa her sene, aynı biçimde tekrar tekrar vermek demektir. Amerikan üniversitesinde zorunlu bir matematik dersi almam gerekmişti de sınıftakilerin bilgi düzeyine gülüp geçmiştim.  Yahu biz daha orta okulda trigonometri öğreniyorduk! Hem de lise sona kadar tekrar tekrar, her yaz unutup bir daha öğreniyorduk. Sinus, cosinus bizim işimizdi. Kekolara bak!

IHS (146)

Kazın ayağı öyle değildi tabi. Biz öğrendiklerimizi sürekli unuturken, onlar üst üste, yavaş yavaş koydukları bilgilerle sağlam temeller atıyorlardı. Biz doldur-boşalt yapıyorduk, onlar o bilginin anında hayat pratiğindeki yeriyle  bağlantısını kuruyordu. O bilgiyi öğrendikten hemen sonra onu dışarda kullanıyor ve içselleştiriyordu. Eğitim sistemimizi bir atasözüyle özetleyebiliriz: Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur…

Neyse, 7 sene ve 3 üniversite sonrasında istediğim bölümü bir başarı belgesiyle bitirdim ve mezun oldum. New York’a taşındım, bir iş bulup 3,5 sene boyunca köpek gibi çalıştım. Kendimi animasyonun hemen her alanında olduğunca  geliştirdim. Animasyon yönetmenliği yapıp festivallere film soktum. Lisanslı karakterler üzerinde çalıştım. Çocuk kitapları boyadım. Yurt dışında eğitim ve profesyonel deneyimle geçirdiğim bu 7 sene sonunda vatanıma dönme vakti gelmişti  artık. Nereden mi biliyordum?

Çünkü Türkiye değişiyordu. Artık daha dışa açık, para kazanan insanların hırsız gibi görülmediği, paranın ayıplanmadığı (sözde) bir kapitalist sisteme evriliyordu. Sene 2007 sonları. İstanbul Kültür Başkenti muhabbeti (ay resmen muhabbet)  ortalığı kasıp kavuruyordu. Dünya değişiyordu yahu! İnternet minternet, ayfon mayfon; küreselleşme çok güzel, gelsene! Ve bir haber gündeme bomba gibi düştü: “Bundan sonra Türkiye’de yayınlanan çizgi filmlerin en az %20-25’i Türkiye yapımı  olmak zorunda” diye bir yasa çıkıyordu. Bu iş tamam arkadaş. Geldim, gördüm, öğrendim. Şimdi de dönüp paylaşacağım bu bilgi ve deneyimi. Türkiye’de animasyon olacak, biz yapacağız, bir ucundan tutacağız. Bir kültür-sanat devrimi, “O”  kültür-sanat devrimi geliyor işte. Yeni çıkan müzisyenlere, filmlere bakın. Kalite artıyor. Üretim araçları evlere girdi, artık herkes kendi üretimini yapımcılara muhtaç olmadan gerçekleştirebilecek!

steroscopic-toolsets-large-1152x707

Animasyondan ayda 6400$ para kazanıyor ve yakında zam bekliyorken, 2008 başında Türkiye’ye kesin döndüm ve 1600TL maaşla işe girdim. Vatan sağ olsun…

Birkaç stüdyo gezdim ve Türkiye’nin Pixar’ı sayılabilecek en iyilerinde de çalıştım. 2009’da üç kuruşa bir arkadaşımla kendi stüdyomuzu kurduk. Ortağım çoktan ayrıldı, hakkını bana helal etti. Çalışanlarımız teker teker  azaldı ve sonunda bitti. Evimle stüdyomu da birleştirdim. Bugün ise maaşlı iş bakıyorum.

Nedir burada anlatmak istediğim? Ağlamak mı? Hayır! Bu seçimler benim. Ta küçüklükten itibaren sanatın para etmediğini binlerce kez duyup da bu yola giren benim. Amerika’da edindiğim mevkiyi bırakıp, ciğerini bildiğim ülkeme dönen benim.  Sadece idealizm uğruna mı geldim buraya? Hayır! Özlediğim, sevdiğim için de geldim tabi ki. Çünkü Batı’da insanlar yalnız. Boyutlarını geçtim, varlığını bile farkında değiller bu yalnızlığın. En afili, kalabalık şehirlerinde bile bir uzay  boşluğunda yaşıyor insan: Çevrende bir sürü harikulade kütle var, ama sana o kadar uzaklar ki! Burası öyle mi; birini tanıdığın zaman içi içine değiyor insanın. Yaşadığını, neden yaşadığını farkediyorsun. Para için değil, kariyer için  değil, sevgiyi ve samimiyeti hissedebilmek için. Burada suçu kimseye atmaya niyetim yok hakim bey. Giden de benim, dönen de…

maxresdefault

Peki ölen kim? Bir parçam öldü benim, hadi dondurduk diyelim. Belki daha güzel bir gelecekte buzluktan indirip çözeriz onu. Sadece ben değil, bir jenerasyonun hayalleri ve hırsları öldü. Sadece animasyoncuların veya ressamların değil,  yazarların, müzisyenlerin, heykeltraşların, operacıların ümitleri öldü. Kimisi zaten neredeyse var olamamıştı bile bu kültürde ama olan kadarı da öldü işte. İş ahlakının esamesinin okunmadığı, her patronun kendisini işin profesyoneli  zannettiği, işlerin anında istenip ama paranın mümkünse hiç verilmediği, değilse mümkün olan en geç zamanda verildiği, yaratıclığın öcüleştirilip bastırıldığı, kopyacılığın en büyük primi yaptığı topraklar burası. Ne kadar hırslı veya  idealist olursanız olun, mutlaka bölüm canavarına yenildiğiniz yer burası. O canavarın adı, duymaktan ve söylemekten bıkmadığımız “Burası Türkiye!” Kendini bu kadar beğenen bir halkın, yine kendini her fırsatta aşağılamasının daha etkili  bir yolu yoktur herhalde…

Eğer bu yazının ana derdinin para kazanamamak veya ıskalanmış kariyer hedefleri olduğunu düşündüyseniz çok yanlış okumuşsunuz demektir. Bir şekilde, ine çıka da olsa hayatımı geçindirebiliyorum hep. Parayla gayet düzeyli ve mesafeli bir  ilişkimiz var. Hayır, geri dönmeyi falan da düşünmüyorum. “Burası Türkiye!” diyenlere inat, doğup büyüdüğüm topraklarda, sevdiklerimle, yapabildiğim kadarını yapmayı düşünüyorum. Ve son sözü, 8 Nisan 2015’te, Facebook’daki bir meslek  grubuma yazdığım yazıyla kendime bırakıyorum:

“2009 senesinde kendi stüdyomu kurup bir şahıs şirketi kurdum.

6. seneyi deviriyorum. Bu seneler içinde kendimi kanıtlamak için önce kasıp çok kaliteli bir animasyon yapmaya çalıştım, fena da olmadı, o zamanın iyi örneklerindendi. O film bana beklediğim gibi “bir sürü iş” getirmedi. İlk seneler açlıktan nefesim kokuyordu. Sonra tanınmış ajanslarla iletişime geçip toplantılar, sunumlar yaptım. Deviant Art’lar, Dino Dream’ler, Hint Kumaşları, 3D siteleri falan hepsinde birer portfolyo… Radikal’de röportaj çıktı bir ara. Art by Chance festivalinde filmimiz gösterildi. Şu an yayından kalkmış olan Digital Arts dergisi 7 sayfalık röportaj yapıp bir illüstrasyonumu kapağa koydu. Bir yılbaşında 50 müşterime tek tek elle çizilmiş yeni yıl tebrik kartları gönderdim.  Bir ara çok bunaldım, animasyon falan görmek istemiyordum artık. Bıraktım animasyonla ilgilenmeyi. O sene, ben koşturmayı bırakınca, işlerim iyi gitmişti mesela. Baktım iyi gidiyor, asıldım tekrar. Sonraki sene yine yerlerde. Bu “düşe- kalka-borç” döngüsünden bunalıp 9-5 alakasız bir iş buldum, kendi projelerimi arta kalan vakitlerde yaptım bir sene boyunca. Şansa o sene de animasyon işlerim açıldı. Sonra ayrılmak zorunda kaldım o 9-5 işinden. Arada iki işten  biriktirdiğim parayla bu sefer Google’a reklam verdim aylarca. Telefonlar çalıp durdu falan ama nanay. O parayı da bitirdim reklam uğruna…

Bunca sene sonra Türkiye’de bu işin ticaretini yapmaktan ne öğrendin diye sorarsanız size koca bir “HİÇ BİR ŞEY” derim. İş canı istediği zaman geliyor, canı istediği zaman gidiyor. Benim ne çalışmamın, ne yeteneğimin, ne eğitimimin, ne  promosyonumun, ne reklamımın, ne pazarlamacılığımın bu işe zerre kadar etkisi olmadığını anladım. Eğer bunun bir formülü varsa, mantıkla çözülecek bir şey değil. Çözen varsa da açıklasın, öğrenelim.”

Ha, bir de, son olarak, bombalar patlıyor, insanlar ölüyor. Bizim hayallerimiz ölse kaç yazar?

Author

Geekyapar okurları Yazı Çağrısı altında toplaşıyor, belirlenen konularda kalem coşturuyor. Sen de parçası olmak istiyorsan, duyuruları takip et!

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.