İncelemeyi okuyacaklarla bir anlaşma yapmam gerekiyor. En azından bir kısmınız Ben-Hur’un 1959 yapımı aslından bir uyarlama olduğunu biliyordur. Daha az bir kısmınız ise Ben-Hur’u (1959) izlemiş ve fikir sahibi olmuştur. Ancak konumuz yaklaşık 60 yıl sonra çekilen bir uyarlama olduğu için yazının genelinde ilk filmle karşılaştırma yoluna gitmeyeceğim 2016 yapımı Ben-Hur’u. Aksi halde yazıyı okuyan herkesin 60 yıllık, 3 buçuk saatlik bir filmi izlediğini varsaymam gerekir. Film hakkında fikirlerimizi okumak isteyen insanların kafasını karıştırmaktan başka bir şey yapmayız. Ayrıca 60 yıl öncesine ait bir filmle 2016’ya ait bir filmin karşılaştırılmasını pek doğru bulmuyorum. Şimdi Adnan Menderes başbakan iken çıkan Ben-Hur’u geride bırakalım ve düşük profilli Ben-Hur’u kabullenelim.
Filmin giriş kısmı hakkında ne yazık ki söyleyebileceğim iyi hiçbir şey yok. Ana karakter Yahuda Ben-Hur’un Kudüs’ten sürüldüğü ana kadar film hem sıkıcı hem de bazı sıkıcı filmlerin taşıdığı sanat değerinden yoksun sürüyor. Sanat değerini asla edinemediğinden emin olsam da filmin girişten sonra en azından sıkıcı olmayı bıraktığını söyleyebilirim. Giriş bölümüne ait sahnelerden görsel olarak insanı tatmin eden tek sahne, Messala ve Yahuda’nın atlı yarış sahnesi bile defalarca izlediğimiz tipte bir sahne. Otomobilin icadından öncesini anlatan ve rekabetçi iki karaktere sahip hemen her filmde gördüğünüz tipte, yeni bir şeye sahip olmayan ama en azından zevk veren bir sahne üvey kardeşlerin yarış sahnesi. Sahnenin sonundaki kazadan itibaren film bir süre için boş ve sıkıcı diyaloglarla süresini dolduruyor.
Bir kere dini ya da tarihi bilgisine Yahuda’yı dahil etmeyenler karakterin kim olduğunu kendilerine anlatacak hiçbir sahne izleyemiyorlar. Yahuda’yı az çok bilenler bile karakterin film içindeki kimliğini, ağırlığını ve yerini hiçbir zaman tam kestiremiyor. Yahuda’ya prens deniyor ancak karakter hükmetmiyor. Din adamı deniyor ancak inancına dair ikna edici hiçbir söz sarf etmiyor. Roma’dan devşirme üvey kardeş Messala en azından Yahuda’dan daha anlaşılır bir profil çiziyor. Bu karakterin ilgi çekici olduğu anlamına gelmiyor. Messala’nın Kudüs’ü terk ediş motivasyonu ve yıllar sonra Kudüs’e geliş sebebi gayet anlaşılabilir olsa da karakter açıklama getirmeksizin bir anda agresif bir profile geçiyor. Yönetmenin Messala’yı agresifleştirme sebebini filme yedirememesi olayların kopması ve heyecanın başlaması gerektiği sahneyi son derece anlamsız kılıyor. Messala’nın aşkının ve annesinin öldürülmesine neden razı geldiği mantık dışı kalıyor. Üstelik suça yardımdan yargılanan bu iki karakterin cezası ölümken suikast ve isyana teşvik suçunu itiraf eden bir adamın cezasının kürekçilik olması vasat altı olan film girişini yerin daha da diplerine sokarak bitiriyor.
Yahuda’nın aldığı ceza her ne kadar saçma olsa da bizi filmin belki de tek kaliteli sekansına getirmesiyle şikayet seviyemizi düşürüyor. Yahuda’nın 5 yıl bir savaş gemisinde kürekçilik yaptığı anlar benim filmden zevk aldığım anlardan biri oldu. Savaşın geniş bir kamerayla değil de Yahuda’nın denizi görebildiği kadarıyla görmemiz muhtemelen gerçekten zamanında kürekçilik yapmış insanların yaşadığı klostrofobik hissiyatı seyircinin yaşamasını sağlıyor. E, tabii bir de yapımcının CGI’a verdiği parayı kısıyor. Dışarda yaşanan savaştan kürekçilerin nasıl kötü etkilendiğini sekans sayesinde görebiliyoruz. Bu filme belli oranda gerçekçilik katıyor. Ancak Yahuda’nın fiziksel tehlikeleri oturduğu yerden atlatması da inanılmaz zorlama gözüküyor.
Çok uzaklaşmaşmadan Ben-Hur’un Türkiye’de asıl konuşulma sebebi olan Haluk Bilginer’den bahsedelim. Haluk Bilginer’in filmde rol aldığı uzun süredir biliniyordu. Fragmanlar ve argümanlar doğrultusunda zaten kimsenin beklentisi Haluk Bilginer’in filmde en çok sahne süresi alan karakter olacağı yönünde değildi. Ama en azından oynadığı karakter Simonides’in en azından kayda değer olmasını bekliyorduk. Ne yazık ki bir karakter kayda değerlikten bu kadar uzak olabilirmiş yani.
Bilginer’in filmde hepi topu 4 sahnesi ve 1 cümlesi var. İnsan her ne kadar ülkenin en iyi oyuncularından birini bir Holywood’un filminde görmekten mutluluk duyuyor olsa da mutluluğun 1 cümle süresinden ibaret olması mutluluğun yerini can sıkıntısına bırakıyor. Bilginer’in rolü filmde o kadar silik ki sahnelerinden ikisinin sırf Türkiye vizyonuna özel eklendiğini düşünmeden edemedim. Biz durumdan şikayetçiyiz evet ama yalnız olmadığımızı da hissediyorum. Çünkü bilinen kadarıyla Haluk Bilginer’in sahne ve replik sayısı daha fazlaymış ancak kesilmiş. Bunun bir kanıtı fragmanda gördüğümüz Haluk Bilginer’li sahnenin filmde olmaması. Tahminen Bilginer de durumdan hoşnut değildir. Ne diyelim, yanındaki oyunculara bakılırsa çektiğin yola değmezmiş be Haluk Usta.
Oyunculuk demişken bunun üzerine bir yerme paragrafı yazmadan geçemeyeceğim. Filmin oyuncularının tamamı Holywood için taze yüzler. Bu normalde benim bir filme heveslenmem için açık bir etmen olurdu. Hatta özellikle Yahuda’yı oynayan Jack Huston’ı gördüğümde oldu da. Çünkü Kudüslü bir azizi fiziksel olarak oynamaya çok yatkındı ve tarihi bir karakter için taze bir yüz her zaman filme bağdaştırmayı kolaylaştırırdı. Hevesim karakterler oyunculuklarını sergilemeye başladığı gibi bitti. İstisnasız her karakterin oyunculuğu en iyi haliyle vasattı. Hatta Pilou Asbaek’i (Aeron Greyjoy) ve Morgan Freeman’ı vasat listesine yazıp gerisini vasat altından berbata gidecek şekilde kategorileyebiliriz. Evet, Morgan Freeman’ın oyunculuğunu vasat olarak nitelendirdim az önce. Çünkü Freeman, Afrika giysilerine çok yakışması haricinde karakterle özdeşleşememiş, bu çok bariz. Bazı sahnelerinde kullandığı aksanı bazı sahnelerinde kullanmıyor mesela. Now You See Me 2 ya da Dark Knight’taki akıl hocası hallerinden farklı hiçbir tavır takınmıyor.
Film akışına geri dönersek Yahuda’nın kürek cezasından kurtuluşundan sonrasıyla film yine sıkıcı diyaloglar kuşağına geri dönüyor. Freeman’ın karakteri Ilderim’in nasihatlerinin ezbere Holywood lafları oluşu, Yahuda’nın sevgilisiyle yaşadığı ufak tripleşmeler girişteki sahneler kadar olmasa da can sıkıyor. Son büyük aksiyona girdiğimizde ise filmin Arabalar filminin kanlı ve atlı hali olduğu düşüncesi insanı sarıp sarmalıyor. Büyük atlı araba yarışı son derece tahmin edilebilir sürüyor ve bitiyor. Olan güzel at Aliyah’a oluyor. Ha bir de Pontius’un Ilderim’e ettiği laf filmin altında bir yerinde kendine yer yapmaya çalışan, zulme hayır, mesajına etkileyici bir ekleme oluyor.
Şu ana kadar bahsetmedik ancak Ben-Hur’un bir İsa filmi olduğu gerçeği var. Bu filmin en kötü yanı da aynı zamanda. Çünkü İsa, müritleri ve yaşadıkları tek kelimeyle berbat aktarılıyor. Tarihin en büyük dini karakterlerinden birini, üstelik kendisini yücelttiğin bir metinle ancak bu kadar yavan resmedebilirdin. Filmde İsa, GORA’nın Tihulu’su gibi ekranda belirip dikkat dağıtıp gidiyor. Sonrasında ise İsa’nın ölüşünü film hikayesinde önemli bir yere koymamız talep ediliyor. Ama olmuyor. İsa yavan geldiğinden daha yavan bir görüntüyle çarmıha geriliyor. Mesihin sadece Yahuda tarafından duyulacak kısıklıkta söylediği öğüdüyle her şey bir anda yoluna giriyor. Film sanki 1959’da çekilmiş gibi neşe ve kahkaha eşliğinde bitiriliyor. Zamanından çok uzak ama kendine çok yakışacak bir tutarsızlıkla final yapıyor Ben-Hur. Ekranın ortaya doğru bir daire halinde küçülmesi ve The End yazısı belirmesi an meselesi oluyor. Böylece bir tekrar yapım daha yıllar öncesine ait selefinden daha kötü bir yapım oluyor.