Amerika’nın kırk beşinci Başkan’ı Donald Trump, geçtiğimiz günlerde bir başkanlık emri imzaladı. Bu emir; İran, Irak, Somali, Sudan, Suriye ve Yemen pasaportu taşıyan insanların Amerika’ya girmesini yasaklıyor. 90 gün boyunca, buradaki altı ülkenin Amerika ile tam kooperasyon içerisinde olması beklenecek. Bu ülkelerden Birleşik Devletler’e seyahat eden kişilerin iyi niyetine dair bir kanıda bulunulursa ve bu devletler iş birliği içerisinde olursa, yasak kalkacak. Olmazsa; kalkmayacak.

Dışarıdan altı ülke gibi gözüküyor, ama işin esası bu emrin spesifik olarak Tahran’ı hedeflediğini görmek için siyaset bilimi eksperi olmaya gerek yok. Suriye’den kimsenin zaten Amerika’ya gidecek hâli yok. 2016 içerisinde Amerika’ya Suriye’den toplam sadece 12 bin mülteci giriş yaptı. Malumdur, ama biz yine de ilanını yapalım. Bu rakam komik. Rahatsız edici olmadığı çok aşikar. Aynı zaman diliminde Türkiye’ye giriş yapan mülteci sayısı Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğine göre 300 binin üzerindeSadece Yunanistan’a girenlerin sayısının 70-80 bin bandında olduğu düşünülüyor. 12 bin, çok kolay bir biçimde ıslah ve istihdam edilebilecek bir rakam. Sudan, Somali ve Yemen yıllardır iç savaş ile pençeleşen ülkeler. Aktif çatışma üreten ülkelere seyahat ambargosu koymak da duyulmamış, anormal şey değil. Irak da Irak zaten.

nic6513362

Hayır, burada sorun İran. Spesifik olarak, biraz da sorun Obama aslında. Biraz da doktrin yerleştirmek. Amerikan başkanları genelde doktrinleriyle anılırlar. Onların başkanlık dönemlerini tanımlayan, tekil bir vizyondur bu doktrinler. En meşhuru şüphesiz bizim tarihimizi de çok ilgilendiren Truman doktrinidir. Truman’ın 12 Mart 1947’de Kongre’ye yaptığı beyan üzerinden ilerleyen, Soğuk Savaş’ın başlangıç tarihi kabul edilen, “Amerika’nın baskıcı rejimlere karşı mücadele eden tüm halkların yanında olması gerektiğini” ortaya koyan ve bunu da Yunanistan ile Türkiye’ye maddi destek yaparak başlamaya niyetlenen bir şeydir bu doktrin. Her başkanın da böyle bir doktrini vardır.

Obama için bu doktrinin ne olduğunu tarihçiler söyleyecek; ancak pek çoğu Başkanlık mevkini ilk aldığında kurduğu cümleyi isabetli bir tercih olarak buluyor: “Amerika İslam ile savaşta değildir, ve hiçbir zaman da olmayacaktır“. Obama bunu Başkan olur olmaz çıktığı bir İslam ülkeleri turunda kurmuştu. Sonradan da bu cümleyi destekleyecek pek çok amele imza attı zaten. Bunlardan biri de, İran’a olan yaptırımları kaldırmak ve İran’la nükleer programlar konusunda bir uzlaşıya varmaktı. İran-Amerika ilişkileri için tarihi bir dönüm noktasıydı bu.

Trump bu doktrini geri çevirme niyetinde. Bu niyetini de pek gizlemedi zaten. Elbette dakika birden itibaren Batı ile ilişkileri düzeltmek için yola çıkan Ruhani bile Amerika ile iş birliği yapmayacak 90 günlük sürede; bu iş birliği ne hüviyette olursa olsun. Elbette Ruhani’ye oy verip bu projeyi desteklediğini belli eden İran halkı da buna niyetli olmayacak. Böylelikle bir başkanlık emriyle, İran-Amerika ilişkileri, Obama öncesi şekillerine geri çekilecek.

Deadline Trump

Amerikan medyası şu an bunu konuşuyor. İyi ya da kötü. Taraflı ya da tarafsız. MSNBC’snden New York Post’una, Young Turks’ünden Glenn Beck’ine kadar herkes bunu konuşuyor. Deşiyor, tartışıyor. Sokaklarda bağırılıyor bu mesele. Epey kompleks bir geçmişe sahip olan bu karar, epey nüanslı olan bu karar, bir şekilde rafine edildi, süzüldü ve Amerikan kamuoyuna tabak içerisinde sunuldu. Dar ya da bol keseden, herkesin bir fikri var. Belirtiyor.

Bu fikir ışığında, belki Trump’a olan destek artacak. “Evet” diyecek Amerikan halkı, “İran’la olan ilişkileri sorumluluk almadan iptal etmek için iyi bir manevra“. Belki de “Ulan ırkçı herif” diye Trump’ın turuncusuna yapışacaklar. Belki Brexit’te olduğu gibi seçmen bilgilendikçe fikrini değiştirecek. Belki de öğrendikleriyle, kararlarına daha sıkı sarılacaklar. Elbette ana akım Amerikan medyası seçim sisteminin ne kadar lobilerin kucağında olduğundan dem vurmayacak genel skalada. Elbette insansız hava araçlarıyla yapılan sorgusuz katliamlar CNN’e prime time’dan girmeyecek. Elbette devrim televize edilmemeye devam edecek. Ama isteyen birileri için, YouTube’un bir köşesinde, belki de bağımsızca dağıtılan bir gazetede, bir profesörün kalabalık sınıfında, ya da bir sivil toplum kuruluşunda bu karar ile bilgi edinmek için yollar ve yordamlar açık olmaya devam edecek.

Buraya kadar geldiyseniz, belki de kafanızda şu haklı soru yanıp sönmektedir. Öyleyse, gidermek, değinmek isterim. Dokunmak, anlatmak isterim tek bir cümleyle. Çünkü muhtemelen, bir noktada, bir yerde, şu sual var hissinizde: Bu adam bunları neden anlatıyor?

Çünkü başka bir şey anlatamıyorum.

wikileaks-tayyip-erdoganin-isvicrede-8-hesabi-var-14127-1024x597

Başlıkta alıntıladığım şey, Newsroom’daki bir tiraddan alınmış bir cümle. Kaba Türkçe çevirisi bana ait. Özetle, o konuşma ve bu cümle, Thomas Jefferson’ın 1789 tarihli bir mektubunda geçen hissiyatların daha cici kelimelere sarmalanmış hâli. Hem Jefferson, hem de Will McAvoy, özetle şunu demeye çalışıyorlar: Demokrasi, oy kullanan insanlar ne için ve ne yöne oy kullandıklarını bildiklerinde gerçektir. Neticede demokrasi, saf hâliyle demokrasi, –Yunan şehir devletleri gibi– küçük toplumlarda denenmiş bir bir yönetim biçimi olarak belirlenmiş bir şeydir. Büyük toplumlara, kalabalık ve kitlelere uyarlandığında, birinin bilgi akışını sağlaması gerekir. Basın dediğimiz şeyin tek vasfı budur. Antik Roma’da hükümet işlerini anons etmek için dağıtılan Acta Diurnadan, Tang Hanedanı hükmündeki Çin’de aynı işlevi gören Kaiyuan Za Bao‘ya, Venedik’te bir gazetta‘ya satılan Notizie Scritte‘den ilk gazete kabul edilen Relation aller Fürnemmen und gedenckwürdigen Historiene; tüm basının tek vasfı budur, bu olmalıdır, bu olmaya da devam etmelidir.

Bizde böyle bir şey yok. Bir süredir yok. Bir süre de olmayacak.

Bu ülkede devlet eşrafına yönelik kapsamlı yolsuzluk iddiaları ortaya atıldığında, bir yayın organı bile konuya istinaden bir araştırma başlatabildi mi? Bunu bir cesaret ölçer olarak sormuyorum. Bunu yapmasına müsaade edildi mi? Edilebilir miydi? O iddialar zaten beraberinde eşrafa ağlayan medya patronlarını ve anket sonuçlarını değiştirdiğini yüksek sesle söylerken kaydı bulunmasına rağmen bir gazeteye kalem dökmeye devam etme cüretini gösteren insanları sokmamış mıydı hayatımıza? Sokmasaydı ne olacaktı? Bu ülke gerçekleri araştırırken ölen, hapse giren, hayatı de facto bitirilen gazetecilerin gölgesinde geçirmemiş miydi hayatını? Zaten bu topraklarda basının en özgür olduğu dönem, kimsenin ortaya dişe dokunur bir otorite koyamadığı mütareke yılları değil miydi?

ttt24

Devlet mi bunu yapan? Tek başına değil. Yukarıda yayını alıntıladığım Profesör Nurşen Mazıcı örneğin, geçen yaz katıldığı bir programdan 15 Temmuz sürecinde hayatını kaybedenlere “şehit” demediği için kanalın aldığı tehditler ışığında apar topar stüdyodan çıkartıldı. Elbette bu tepeden inen bir hissiyat. Ama yalnız değil. Tek başına değil. Belirli bir zümreye ait de değil. Türkiye’deki herkese, gönlünden geçen bir gazeteyi sonsuza kadar kapatma hakkı verseniz, sabahına en az 12 milyon kez kapanmayacak bir gazete olmaz. Olamaz. Çünkü her şeyden önce, bilgilendirilmenin önemi üzerine bilgilendiren kimse yok etrafta. Bunu anlatmaya çalışan adamlar, bu topraklarda ya idam edildiler, ya suikaste uğradılar, ya hapis yattılar, ya da mahvoldular. Ve sine sine, sindire sindire; Uğur Mumcu‘ların gölgesi ufaldı. Elimizde kalanlar ise alo gazeteciler, ve bu işe nereden girdiğini bilemeyen milyarderler.

O sual mutlaka hâlâ var kafanızda. “Bu adam bunları neden anlatıyor” cümlesi dönüyor içinizde. Sahi, neden anlatıyorum?

Çünkü hiçbir şey anlatamanın korkunçluğunu anlatmaktan başka hiçbir şey kalmadı memlekette.

O da yakında gider zaten.

Author

Geekyapar'ın yazı işleri şövalyesi. Uluslararası İlişkiler okudu, okula girmeden önce yaptığı işi yapıyor. Küçükken "Büyüyünce ne olmak istiyorsun?" diyenlere yazar diyordu. Tüm internette bulmak için: @acyberexile.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.